Karanlık ve dar bir sokağın içinden geçiyorum bir gece vakti. Ne var ki, gece ya da gündüz gibi zaman kavramları yok aslında, biliyorum. Burada yok. Orada değil. O halde sokağın içinden ‘bir gece vakti’ geçmiyorum. Yalnızca yürüyorum işte. Geçip gidiyorum. Öyle ya, rüyalarda zaman, mantık ya da sebep sonuç ilişkileri aranmaz. İşte, rüya gibi bir şey bu da zaten.
**
Kalabalık bir yer burası. Fakat adına insan diyemeyeceğim varlıklar bir garip. Çok garipler. Kimliksiz, kişiliksiz, tanımsız ve ağzı burnu olmayan suratlar var, ince ve uzun siluetlerin üzerinde. Tek başlarına ya da ikili üçlü gruplar halinde telaşsız bir şekilde yürüyüp geçiyorlar yanımdan. Geçip gidiyorlar. O kadar kalabalık ki iğne atsan yere düşmez diyeceğim ama bu siluetlerin maddesel olmayan, etsiz kemiksiz varlıkları, bunu söyleyebilmeyi engelliyor. Üzerlerine iğne atsan, yere düşer… Bir de beni görmüyor hiç birisi. Allah Allah! İçim sıkılıyor. Daralıyorum. Sokak gibi, sokak kadar daralıyorum. Bir an önce eve çıkmalıyım.
**
Çok mu geciktim? Sol bileğimdeki saate bakıyorum hemen. Zamanı ölçen alete. Tabi akrep, yelkovanı zehirleyip önce onu, ardından da kendisini yok etmiş; ikisi de orada yoklar. Rüya işte. Rüyalardaki zamansızlık fikrini bir türlü aklım kesmemiş hala, belli. Olsun. Az sonra eve giriyorum ya. Artık o karanlık ve ürkütücü sokak aşağıda kaldı en azından.
**
Evde annem var. Kendi kendime bunu tekrarlıyorum eve girip kapıyı kapatıncaya kadar. Fakat ne kadar saçma bir cümledir bu! ‘Annem’ ve ‘var’ gibi iki sözcüğü aynı cümlenin içine hem de yan yana koydum ama zaten mantık dışı bir diyar burası diye söylemiştim; rüyalarda mantık aranmaz diye. Beyazlar içinde, eli tesbihli, yürümeyen ama süzülerek yol alan, yokluğa yakın bir varlığa dönüşmüş annem. Tesbih taneleri birer su damlasıymış… Ruhani bir varlığa dönüşmüş. Rahmani mi yoksa şeytani mi olduğunu ise zaten uyanıncaya kadar anlayamıyorum; aslını ve muhtevasını. Tesbih aldatıcı olabilir de, olmayabilir de.
**
“Keşke buralara hiç taşınmasaydık, bize hiç iyi gelmedi” diyorum içimden o an. Hala da ‘biz’ diyebilecek kadar sahip çıkan, muhafazakar bir yapıdayım orada demek ki. ‘annem’ in M’si benim için çok anlamlı hala. “Ben geldim” diyorum eve çıkınca. Cevap vermiyor. Herhalde o da beni görmüyor. Sokaktakiler gibi. “Saat, akrebi yelkovan geçiyor” diyor bir sadece. Bunu, geç kalıp onu meraklandırdığım için sitemle söylemiyor gerçi. Biliyorum. Annem benim için endişelenmez. Bunu, boşluğa bakarak, öylesine söylüyor sadece. Kendi kendine konuşur gibi. Göz göze ve yüz yüze hiç gelemediğim annem, az sonra seccadesinin üzerine ilişiyor, tüm gece orayı yurt tutmak üzere. Seccade, aldatıcı olabilir de, olmayabilir de… Peki ruhani bir siluet, hani elsiz kolsuz, nasıl olmuş da abdest alabilmiş diye düşünüyorum sadece. Anlayamıyorum. Neyse. Odama girip uyuyor ve ardından uyanıyorum. Rüyanın içinde uyanmak, uykumu da biraz olsun hafifleştiriyor o an galiba. Öyle olmalı ki, bilincimin birazı bana geri dönüyor ve “neden böyle?” diye soruyorum ona. Anneme. “Neden böyle?” belli bir hedefi nişan almayan, elinde bir adresi bulunmayan bir soru bu. Ateşli, serseri bir mayın gibi. Öyle, genel işte. Bunu sorunca, seccadesinin üzerinden hiç kalkmamış olan siluet, ilk kez yüzünü bana çeviriyor o sırada. Ürküyorum. “Çünkü ben artık uçmaya hazırım” diyor. Ne demekse. Tam o sırada yer yarılıyor ve yutuyor annemi. Aşağı yönlü uçuş… Kalakalıyorum öyle. Ardından hemen pencereye koşuyorum niyeyse. Aşağıdaki kalabalığın arasında görüyorum onu. Düştüğü yer o sokakmış meğer; o garip ve yabancı mı yabancı varlıkların arası. Tamamen onlara benzemiş artık. Ağzı burnu silinmiş.
**
Hoşça kal bile demeden giden annemin ardından bakarken uyanıyorum o sırada. “Oh be rüyaymış!” diyorum. Odamdan çıkar çıkmaz onunla karşılaşıyorum hemen, kapının önünde. Beyazların içine saklanmış yine. Elinde de çember şeklindeki boş bir ip ve yere damlayıp birikmiş su birikintisiyle birlikte.