Nice kavgaya şahit olmuştur Anadolu. Nice savaştan sonra yaraları sarmış, akan kanı temizlemiştir. Bozkırın etrafında yer vermiştir ırmaklara, sıra sıra dağların arasına saklamıştır yaralarını. Bir ucu ağır kışın pençesinde boğuşurken diğer ucu güneşin ısıttığı göz alıcı sahillere sahiptir. Hele yeşilin her tonu, gözlere hitap eder. Rüzgârların karakteri bile farklıdır. Hoyrat eserken bir yanda, diğer tarafta yumuşaktır havası. Yemekleri, dağ yamacında toplanan çiçek demeti gibidir. Her renk yeni lezzet mevcuttur sinesinde. Etin, pamuğa döndüğü ve sebzeyle dövüldüğü topraklardır Anadolu. Her yanı dost, her yanı misafirperver, her yanı candan insanlarla doludur.
Yaşattığı hayatlar basittir burada, ne doğulu ne de batılıdır kültürü. Biraz arada sıkışmış ama samimidir. Yalan nedir bilmez bu topraklar. Ayrıca burada toprak vefalıdır, çalışanı sever. Elini boş, karnını aç bırakmaz.
Bir sevgilinin adıdır Anadolu. Dört mevsimi sunar hayatına. Yer üstündeki yeşilin her bir tonu, akan suyun berrak hali ömür verir içindekilere. Ana gibi sarar-sarmalar, baba gibi korur bizleri. Bin yıldır yurt edinmişiz Anadolu’yu (1071-1453-1923) kaderemizi ifade eden mihenk taşları gibi tarihler olmuş. Selçuklu Dedem, Osmanlı Babam, Türkiye Cumhuriyeti’de Benim… Anadolu neden her sefherinde bizi tercih ettiğini düşünmek gerek dostlar? Neden bin yıldır bizim yaşamamıza izin veriyor? Biz Anadolu’nun kıymetini tam anlamıyla adaletimizle, alışkanlıklarımızla, ahlakımızla, ilkelerimizle kıymetini biliyor muyuz? Elinde tutulması zor olan bu toprakları, en iyi hakeden ev sahibi biz miyiz?
Burada acıyı da, tatlıyı da hep bir yaşamışız. Çünkü, kol kırılmış yen içinde kalmış! Dışarıdan sızma, sızdırma olmamış şükür. Kızılcık şerbeti içip, gülümseyebilen bir millete ev sahipliği yapan Anadolu’nun kaderinde güçlü olmak olmuş!
Menümüzde yeniden küllerimizden doğacağımız günler var. Bu nesle kısmet olacak bu haykırıp, sirkelenme hareketi var önümüzde. İnanın bizler yapabiliriz; üzerimizdeki ölü toprağı atıp, ayağa kalkacağız. Defalarca yaptığımızı tekrar edeceğiz aslında, ancak bu kez çapı biraz daha büyük olacak.
Bir daha yıkılmamak için bu ayağa kalkışın temel ilkeleri nasıl olmalı? Bu sorunun cevabına hazır olacağız önce. Hata yaptığımızı kabul ederek başlayacağız herşeye. Hatayı kendimizde arayarak, ilkelere bağlı bireyler olarak biraz toparlanmayı sağlamalıyız dostlar. Hakka, hukuka, liyakata bağlı ve taviz verdiğimizde hepimizin kaybedeceğinin bilinciyle başlamalıyız. Kendimize ve etrafımıza yalan söylemeyi, kandırmayı bırakarak başlamalıyız bu kez. Bu şekilde elde edilen malın-mülkün-makamın-paranın bir kıymetinin olmadığını görmedik mi? Görebilmemiz için daha ne kadar acılar yaşanmalı?
Bundan sonrası tamamen benim efsanevi yorumumla harmanlanmış halde ki ürünümdür: Anadolu’ya bu amacı olmayan maddesel, dostluktan uzak, ruhsuz ve bencil ilkelerle yaklaşmanın sonunda sanki; sesizleşmesini sağlıyoruz. Aslında kimi küçük acılar vererek canının nasıl acıdığını anlatmaya çalışıyor bize? Anadolu’ya kulak vermek, geleceğimizin röntgeninin çekmekle inanın eşdeğer dostlar. Lakin, bizim cevabımız net: “-Hayır.”
Onu anlamak şöyle dursun; haksız kazanç, haram ve yalan yayılmayı sürdürüyor. Öksüz ve yetimlerin cansız bedenleri sahile vuruyor. Taciz, organ mafyası sabi sübyanı hedef almış çalışıyor. Anadolu tekrar uyarıyor! “Yapmayın!”
Zengin, fakire olan borcunu unutmuş, keyfi sefasına bakıyor. Fahiş fiyat isteği utanmadan-arlanmadan moda olmuş. Yere düşeni kaldıranların, yaşlıya saygı gösterenlerin sayısı azalmış. Evlat ana-babaya saygısını unutmuş; ana-baba da evlatlarını. Dünyanın ilk kardeş cinayetini işleyen Kabil’e bile rakip olacak kardeşler doğdu. Bu esnada, Anadolu iyice içine kapanmış ve düşünmeye başlamış: “Acaba Anadolu’ya sahip olan bu millet, Anadolu’nun kıymetini biliyor mu? Çünkü bilmiyorsa, Anadolu’yu kaybedeceğini biliyor olmalı? Bilemediğin kıymeti bilen, gelir konar Anadolu’ya…”