Dünya’nın uçsuz bucaksız oluşu fikri, hepi topu elime sığan bir haritayla gözümden silinince, buruşturup fırlatıyorum o kağıt parçasını. Hayalleri yıkılan insanlara özgü bir acelecilik ve sinirle.
Sonra dışarıya çıkıyorum; bahçeye. Bahçeme, aslı. Orası, dışarısıymış diye yazılmış aklıma demek ki.
Dahası, ‘orası’… Peki. Anlıyorum.
Peki ya, ‘burası’ neresi o halde? Bilemiyorum.
Sonra, “Her yerim ağrıyor.” Diyerek tüm vücudunu kast edip gösteren kişiye “Peki sen kendin neredesin o halde? Neredesin?” diye soruyorum. Konuşanın, bedeninden uzak, ayrı ve münezzeh bir varlık olduğunu ona göstermek istediğim için.
Böyle böyle, uzam(mekan) algısıyla da barışık olmadığımı anlıyorum. Tıpkı zaman olgusuyla da aramı hiçbir zaman iyi tutamadığım gibi.
Gitmek ya da gelmek gibi basit ve sade sözcükler bile, “bir yerden buraya doğru mu?” yoksa “buradan bir yere doğru mu?” diye, aklın en dip derindeki dikenli tellerine takılırken, ‘aidiyet’ gibi doğal, anlaşılır, basit ve masum bir ihtiyacın bile karşılanmasının, üst düzeyde bir lüks olacağını anlıyorum, bu ıssız uzlet yerinde. Dünya’da. Kaplumbağalar gibi bir bakıma belki; tek evin, sırtındaki kabuğun. Uyarlarsak… Tek evimiz, içinde yaşadığımız bedenimiz öyleyse. O bedeni nereye koysan ya da götürsen de hani o “Her yerim ağrıyor” diyenin, aslında bedenden özge bir varlık olduğunu, farkında olmadan itiraf eden ‘öz’ gibi, yersiz ve yurtsuzsun.
Ülkesine, tuttuğu spor takımına, bir siyasi partiye, ne bileyim, üyesi olduğu herhangi türden bir topluluğa bağlanışı insanın, o tutunuşu, bu aidiyet ihtiyacını karşılama arzusundan ileri geliyor olsa gerek. Hani, yersiz ve yurtsuz olduğumuzu kendi yüzümüze vurabilecek kadar cesur değiliz. Analar öyle bir yiğit doğurmadı henüz.
Gerçi, övünülecek bir tercih ve dolayısıyla da cesaret değildir bu ama o uzlette oluş fikri her nasılsa ilk günden beri yakamı bırakmadığı için, bu fikrin soğuk ve tuhaf nefesini her daim ensemde hissettiğim için, mecburen farkındayım durumun. İliklerime kadar. Her an. Bu gerçeğin yüzüme attığı şamarların ve sillelerin acısını el yordamıyla oluşturmaya çalıştığım hiçbir ‘sahte’ aidiyet oyunu dindirmiyor. Zira içinde ‘sahte’ kelimesinin geçtiği cümlelerin hiç birisinin hoş karşılanmayacağı kadar ciddi bir konudur bu. Hayırdır, o halde, nereden?
Nereye? Dahası, nerelisiniz?
Ne bir haritaya; kağıt parçasına, ne kan grubuna; bir gruba, hatta herhangi bir topluluğa ait olmadığımı(-zı) biliyorum. Üyeliklerin, sözüm ona bağlılıkların ve toplulukların, toplumların dahası, ne diyeyim başka, hiçbir derme çatma oluşumun, içteki o ana vatan ve ata yurt hasretini dindiremeyeceğini, tatmin edici bir aidiyet hissini veremeyeceğini bal gibi biliyorum. E düşünsenize, içinde her an hastalık, kayıp, yoksunluk ve felaket endişesi ve korkusu olan, çivisi çıkmış bir gezegen, ‘vatan’ olma itibarını ve imtiyazını taşıyabilir miydi zaten?
Peki ya, kaplumbağanın kabuğu? Bir de dedim ya işte, onun da her yeri ağrır hep zaten. Onun! Konuşanın.