Sait Faik, “Sevgiliye Mektup” isimli öyküsünde “Bahçedeki ağaçların eski bir ahret lisanıyla konuştuğunu” söyler.
Aşkın derinleştiren, dillere aşinalık kesbettiren, canlıyı cansızı ifadelendiren tarafı bir yana, özge bir lisandan söz edebiliriz sanıyorum.
Yazının bütününde, Sait Faik’in ifadesinde biraz küçümseme hâkim olduğu görülür. Bizim için artık şaşmaz bir ölçünün, üstün değerlerin değil; ötelediğimiz değerlerin bir vasıtasıydı “eski dil”. Zaman ve zemine göre, münasip bir kıymet pey biçebilirdik.
Dünya lisanıyla fazla kirlendiğimizden olsa gerek; biz belki her şeyden evvel, bir “Müslüman saati” gibi, bu dili kaybetmişizdir.
Hatta lisanı; dünya-ahret diye, birleşmez bağdaşmaz sınırlarla ikiye ayırmak, duvar çekmek bile bir yabancılığın, uzaktan bakışın eseri olsa gerek. Çünkü parçalama, bölme bir ayrımı, iteleme gerçeğini de meydana getirir.
Herhalde eskiler; iç içe geçmiş vakitlerde, kalp derinliklerinde hissettikleri, yeniyi şimdiki dünyayı da kucaklayan eski dünyanın tek aslî; vahdaniyetin biricikliğin ve kalû belâdan günümüze uzanmış, zaman ötesi bu aşk lisanının zevkiyle konuşuyordu.
Hâlleri, demi, hayat telâkkisi, tercih ve ruhları başkasına zıttına müsait değildi. Âlemin esas yüzü, ahret yüzüydü.
Ve ecdat, dünya perdesinin gerisini de görürdü. Varlık, nesneler, “Sahibe” işarete etmek bakımından farklı bir dilden konuşmazdı, bize yakındı. Kakofoni yoktu, dâhili-harici dil buluşurdu.
Yeni doğmuş bebeklerin gülüşü meleklereydi meselâ. Eş seçiminde ileri geri söylenmek uygun değildi; “alın yazısı” diye bir şey vardı.
Nesnelere bile bir çeşit saygı duyulurdu. Kalem düştüğünde öpüp başına koyan yazarlardan bahsedebilirdik söz gelimi.
Eşya gelişigüzel kullanılıp atılmazdı. Çünkü bize hizmet ederdi, emanetti, duruma göre kardeşlerimiz de yararlanabilirdi. Tüketim insaflıydı.
Mukayese; hırsımızı bilemek, başkalarının zenginliklerine kapılmak için değil, kanaat, şükür, güzellikte yarış için yapılırdı.
Afatlar, savaşlar cihanı sarmışsa; hal ve gidişat kontrol edilmeliydi. İkide bir Tanrı, kader sorgulanmaz, sıkıştırılmazdı(!) ahvale bakılırdı.
Yağmur tasviri yapılacaksa, asla “Pis bir yağmur yağıyordu” gibisinden söze yazıya başlanmazdı; adı “rahmetti”, Efendimizi de ıslatmıştı. Kar bereketti.
An, gün, ay yoklanırdı. Çalışmalarda elden gelenin en iyisi ortaya konur, sonra tevekkül edilirdi… İbadetler incel(en)ir, öz eleştiriden kaçılmazdı.
Dedikodu yapıldığında, günahların işlendiği, bir “yozluk/iniş” fark edildiğinde, rüyalardan bile korkulurdu; düşler ikaz edici değil miydi? Freudyen yorumlar o zaman moda değildi.
Tövbe kapısı defaten çalınırdı. Mazeret, bahane, kaçamak uydurulmazdı. Öğütler tutulur, tavsiyelere istişareye burun kıvrılmazdı.
Günahlarla övünülmez, özgürlük eseri gibi görülmez; sararır solunur, gizli bir korkuyla, bir nedamet ateşiyle, endişeyle kıvranılır, içlenilirdi. Gerekirse mânânın özüne yolculuk sayısı arttırılır, titizlenilirdi.
Rabbin vereceği cevaplar kollanır, mükâfat ve mücazat beklenir, tedbir elden bırakılmazdı. Elemler, sıkıntı ve azaplar ders verirdi. Kupkuru değildik.
Sevdiklerimiz yalnız eş dost yandaşla sınırlı değil; bir aşkınlığı, Hakk tanıklığını da sarardı. Gönül-fikir kabımız; incir çekirdeğini doldurmaz bir muhtevada “tıntın” ötmezdi.
Sadece şöhretli, medyatik dirilerle(!) değil; ölülerle de hoşbeş eder, ziyaret ve dualarla şenlendirilir, dostluk edilirdi. Toprağın altı da üstü de dışlanmazdı, mezarlar itibarlı mekânlardı.
İki lisan konuşunca daha da mânâlanırdık. Eski(mez) ahret lisanıyla, havayla suyla varlıkla yarenlik eder, iletişim kurardık.
Sıkışıldığında ululardan yardım çağrılırdı; zaten hep hatırlanılırdı. Gizli gönül dostlarımızın mesajları, yetişmeleriyle, bağlantılı sıcak kalp taşardı.
Hadiseler boşa verilmez; bir ibret payı, teselli, hoşa gitmese de saklı bir hikmet, hayır; en azından sabredilirse bir hediye payı, İlâhi vaat umulurdu.
Mevcudat da; bir özün işlemesini, birliğin aşinalık ve âhengini, kesintiye akamete uğramamış bir gönül kâinatının sesini hissederdi. “Sevmeye” davranırdı.
Bir hissi kablelvukuuyla, bir insiyakla, ne bileyim bir sezgiyle ayağa kalkar, dikilir, sadrını gökyüzüne açardı.
Allah lisanıyla kaplar doldurulur, aydınlanır, arınırdı.
İçten/özden dinlemek için hazırlık yapılır, çareler aranırdı.
Galiba herkes biraz “ahretçe” konuşurdu. En uzak, yeteneksizler dahi “yatkındı”.
Dünyalar derinleşir, genişler, uhrevî lisanla ağaç kuş çoluk çocuk daha çabuk yetişir, canlanır, köklenir “yükselirdi”.
Kimileri kendine göre, bu dilden -doğudan esinlenmiş- bir hisse kapardı:
“…Bir tohum taşıyan karıncayı seyrederken, yıldızların yolunu hesaplayan matematikten olduğundan çok daha fazla şey anlarım.” (Susanna Tamaro, Her Sözcük Bir Tohumdur, Can Y. 2007, sh.69).
Esasen zamanın asıl dili; ahret lisanıydı… Bu lisana yakîn durduğumuz sürece, yol göstericiliğiyle “anlamlandırma” yapardık.
Anlaşılan karınca sadece Kâbe’ye varmazdı. Lisanı iyi bilirdi o kadar. Ve “ben’densıyrıldığımız”, hızdan arındırılmış yepyeni bir zamanı...
“..Aslında bir karıncanın hafif, kısa, küçük koşusundan farklı olmayan zamanın farkına varmaya başlayacağız. Gerçek zaman başka bir taraftadır. O gizemin ve aşkınlığın zamanıdır.”(age. Sh. 73)
Ebedî ve ezelî lisana, biraz vakıf olan; zamandan “yazıdan” yakınarak “güzellik yok, mutluluk bulunmaz, aşk sahte, insan ruhunun haritası kötülükten mürekkep” deyip, asıp kesmez; bütünüyle şerir işlere heves etmezdi. Kutlu bir dilin şarkısına kulak verir, herhalde gayret kesilirdi.
O zaman mekânlar daralmaz, başımıza geçmezdi.
Lisanı şaşırmış, yanlış tercüme etmiş, unutmuş olabilirdik ama o bize “sevgiyle” tâ yürekten uzanır seslenirdi.