‘Hayâtım yanlışlarla dolu olarak geçti, gitti. Belli bir olgunluğa erişemedim.’ derken âdeta bizim hata ve kusurlarla bezeli hayâtımıza dikkat çeker. Yine;
‘Günler; gamlarla, ihmallerle gitse, zaman tükenip ömür hebâ olsa bile bir uyanma olduysa, sonunda birlik denizine, aşk havuzuna girdinse öyle geçen günlere bile helâl olsun.’ der.
‘Artık mâzîdeki hâtıralarıma ne gam duyayım, onlar için niçin tasaya düşeyim? Fânî olan geçip gidecektir. Önü ve sonu olmayan ölümsüz, sen kal; kal ve benimle ol, bana O yeter.’ derken; bu arada «zaman» gibi mücerret bir kavram içinde mâzîyi hâtıra, geleceği ufuk olarak görür. O an içinde yaşadığımız zamânı ise mâzîdeki keyfiyetleri geleceğe aktaran hâliyle değerlendirir.
‘Zaman kime yâr oldu ki bana yâr olacak?’ diyerek sâhip olduğumuz her şeyi bırakıp gideceğimiz bir dünyâya doğru yol alırken, bizden hiç ayrılmayacak dosta işâret ediyor. Bâkî kalacak O yegâne dost için;
‘Sen kal ey dost! O bana yeter!’ diyor. Ve; ‘Beni terk etme!’ niyâzıyla Bâkî olana sesleniyor.
Susuz insanlar çokça su içerek suya kanarlar. Fakat balık gibi hep suyun içinde olup da bir türlü suya kanamayanlar vardır. Nasıl ki balık sudan çıkınca ölürse, insanlar arasında da, ilâhî sırlar ummanına girenler, aynen balık gibi oradan çıkmak istemezler. Yani nasıl balığın yaşaması için bol su lâzımdır; işte aynen bunun gibi «Aşkullâh»a erişebilmek için de, ilâhî aşkın ummânında yaşamak gerekir. Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- günde yetmiş defa istiğfar ederdi. Her defâsında bir mertebe kat eder ve her yükselişinde aşağıdaki derecelere bakarak;
‘Demek ben buralardaydım.’ diyerek hayıflanır, yükseldikçe de, kendisine açılan doyumsuz sır kapılarında, nice ilâhî tecellîlere mazhar olurdu.
Tasavvufta en son mertebe Allah -azze ve celle-’ye ulaşmaktır. Bu dereceye zühd, takvâ ve aşk ile erişilebilir. Ruhsuz yapılan şeylerin kişiye pek faydası olmaz, ancak aşkla yapılan şeyler kıymetlidir. Aşk ile dağlar yerinden oynar. Aşkı kalbimize duâ gibi ekmeliyiz. Tabiî böylesi aşka ulaşmak için, çok çeşitli merhalelerden geçmek gerekir. Varlığın mayası aşktır. Aşk kişi için bir lütuftur. Fânî olan şeylere duyulan sevgi aşk-ı mecâzîdir. Aslında her şey fânî, tek aşk bâkîdir. Dünyâya gönül veren mâneviyattan nasiplenemez. Aşk-ı hakikî, kâinâtın sâhibine duyulan en büyük lezzettir.
Kötülükten, pislikten, günahlardan temizlenmeyen; aşkı bulamaz. Aşk yolunda ilerleyemeyenler, benlik sâhibi olanlardır. «Ben» dersen aşkı yakalayamazsın. Kötülükten, hırstan, kibirden kalbi temizlemek isteyen aşkı bulabilir. Her varlığın özü aşktır. Aşk gönül sayfasına yazılanlardır. Mevlâna Hazretleri der ki;
‘Hayatta tek ölümsüz olan şey aşktır. Aşk kāl işi değil hâl işidir. Kalem her şeyi yazdı, çizdi ama aşka gelince çark etti, kaldı. Herkesin aşkı, değer verdiği şeye göre ölçülür.’
Hazret-i Mevlânâ’ya sorarlar; ‘–Aşk nedir?’ diye; O da cevaben; ‘–Ben ol da gör!’ der.
‘Allah’tan başka bir temâşâsı bulunan aşk, aşk olamaz; o saçma sapan bir sevda olur. Allah -cellecelâlühû- için ağlayan göz ne mübârektir. O’nun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir! Bizim Peygamberimiz’in yolu, aşk yoludur. Biz aşkın çocuklarıyız. Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşkta öl ki, diri kalasın. Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim hep O’dur. Tek mâbud ancak Allah -cellecelâlühû-’dür. Bağ, gül, semâ, sevgili... Hepsi bahane, maksat daima O -azze ve celle-’dir. Aşk geldi, damarımda, derimde kan kesildi. Beni kendimden aldı, sevgiliyle kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep O...”
Âh mine’l-aşk!