Ayet ve hadisler ışığında…(1)
Yeryüzüne düzen verme iddiasında ki insana, gerçekleri hatırlatmanın en kısa yolu ona şu veya benzeri birkaç soruyu sormaktır.
Dünyanın, güneş sisteminin ve bütün bir kâinatın nasıl yaratılmış olabileceğini, mükemmel bir yaratılışa sahip olan insanlığın ulaştığı son teknolojik başarılara rağmen kâinattaki hassas düzenin kim tarafından sağlandığını, insanın doğmadan önce nerede olabileceğini, bu muazzam yapıda ki insanın bir gün gelip de öldüğünde nereye gideceğini, bilip bilmediğini sormaktır.
Kendisine ilahi haberler ulaşabilen bir insan bu sorulara cevap verebilmekte, kulağını ve gönlünü ilahi haberlere kapatmış olan insan ise, adının başında Ordinaryüs Profesör kelimesi de ekleseniz, bu sorulara cevap verememektedir. Hâlbuki yukarıda sorulan şeylerin mutlaka bir yapıcısı ve yaratıcısının olması gerektiğini bir çocuk bile bilebilir.
İmam-ı Azam ile bir Hıristiyan Papazının mübahasesinde (tartışmasında) İmam-ı Azam’ın görüşme yerine biraz geç gelmesine gerekçe olarak; “Yolum bir nehirden geçmesi gerekiyordu. Biraz kenarda bekledim. Yanımda ki ormandan ağaçlar kendi kendine kesildiler ve bir sal oldular. Ben de onların üzerine çıkarak ancak nehri geçebildim” deyince, Hıristiyan papazının; “Olur mu öyle şey…” demesi üzerini Büyük İmam; “Basit bir sal’ın bile kendi kendine olacağını kabul etmeyen sen, nasıl olur da mükemmel bir nizama sahip kâinatın kendi kendine yaratılmış olacağını iddia edersin” diyerek mağlup ettiği kıssası meşhurdur.
TEK İLAH MI ÇOK İLAH MI?
Bu yaratılışı gerçekleştiren ilah, birden fazla olsaydı ne olurdu?
Ayın herhangi bir gününde, güneşin doğduğu veya battığı saat, on sene veya yüz sene önce hangi zamanda doğup batmışsa, bu gün aynı saatte doğup battığı gözlemlenmektedir. Bu on sene hatta yüz sene sonra bile aynen kalacak ve değişmeyecektir.
Birden fazla ilahın varlığında bu düzen devam eder miydi? Mesela biri yağmur yağdırmak isterken, diğeri hayır yağmayacak deseydi ne olurdu? Böylece ilahlar arasında bir üstünlük kavgası başlayabileceğinden, Kur’an-ı Kerimin ifadesiyle, “…yerin göğün düzeni kalmazdı” değil mi? Görülecektir ki “akıl da nakil (ilahi haberler) de…” yaratıcının tek olması gerektiği gerçeğini haykırmaktadır.
Hem tanrının varlığına inanmayı ve hem de onun tek olduğunu, haykıran bir kelimemiz vardır ki buna “Kelime-i Tevhit - Tek tanrıdan başka tanrı yok” dediğimiz, orijinal söylenişiyle “Lâ ilahe illallah…” kelimesidir.
Kelimenin geçerli olabilmesi yani imanın (inancın) gerçek olabilmesinin bir şartı da aynı kelimenin devamında “…Muhammedür Rasulallah – Muhammed de Allahın elçisidir” sözünü ifade etmektir.
İNANMAYANLAR İKİ GURUPTUR
İslam inancı, kelim-i tevhit’i dil ile söylemek ve kalben de tasdik etmek gerekmektedir. Bu kelimeyi söylemeye yanaşmayanlara; “Gayr-i Müslim – Müslüman olmayan”, dil ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenlere de “Münafık” adı verilmektedir.
Münafıklar, inanmadıkları ve sadece dilleri ile bu kelimeyi söylediklerinden eksiktirler. Bu eksiklik ibadetlerine ve hayat tarzlarına yansımaktadır.
Müslümanlar için Münafıklar her zaman Gayr-i Müslimlerden daha tehlikeli olmuşlar, yaptıkları riya ile Müslüman toplumlarına büyük zararlar vermişlerdir. Çünkü bunların konuşmaları, giyim ve kuşamları Müslümanların konuşmasına, giyim ve kuşamına benzediği için halkı kandırmaları kolay olmakta ve bunlar kolaylıkla ihanet edebilmektedirler.
Yarattığı insanın, içini ve dışını da gayet iyi bilen Allah (c.c –celle celalühü) Kur’an-ı Kerimde, Münafıkların cehennemde ki yerlerinin, Kâfir (İslam dışı) olanlardan daha kötü olacağını bildirmektedir.
KELİME-İ ŞİRK SAHİPLERİ
İslam’ın büyük manasından habersiz bazı kimseler, “Kelime-i tevhidi kabul edenlerle etmeyenlerin dost olabileceğini var saymaktadırlar. Mesela, “Dinler arası diyalogcular” bu kelimenin sadece ilk bölümünü aldıklarından, ”Dinler bahçesi açarak İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik mensuplarını” dost yapacaklarına iddia etmektedirler.
Hemen ifade edeyim ki kendilerine “Biz Musevi’yiz” diyenler, kendileri Allah’ın yerine koymakta ve “Allah hiçtir” demektedirler. Kitaplarında; “Allah’la güreştiklerini ve onu bile yendiklerini…” söylemektedirler. Hıristiyanlar ise “Teslis’e” yani üç Allah’ın varlığına inanmakta ve “Allah üç’tür“ demektedirler. Müslümanlar ise “Allah tek’tir” demektedirler.
İnançları açısından Allah hiçtir diyenlerle, Allah üçtür diyenler, Allah tekdir diyenlerle uzlaşmaları mümkün olamamaktadır. Tarih boyunca 19 Haçlı seferi ile zamanımızda ise Amerika’da ki ikiz kulelerin vurulmasıyla başlatılan 20. Haçlı seferi, bu uyuşmazlığın en açık delilidir. 1990’lı yıllarda Avrupa’nın desteğinde işlenen Bosna’da işlenen katliamı, Filistin ve Irak işgalleri ile Batılıların (dostumuz görünümünde) parlamentolarından, aleyhimize sözde Ermeni soykırımı yasaları geçmiş olmaları aramızda bir uyuşma olmadığının en açık delilidir.
İnançlarının temeli üç ayrı faklılığa dayanan insanların bir araya gelmeleri veya “Kitap ehli de cennete girecektir” zırvaları da birer boş laftan ibarettir.
“Tahrif edilmiş (değiştirilmiş)” kitaplara sahip olan bu güya “Kitap ehli” ile aramızda ki bir önemli fark ise bizim bütün Peygamberleri ve özellikle de Musevilerin Peygamberi olarak söylenen Musa (a.s) ile Hıristiyanların Peygamberi olarak söylenen İsa (a.s) birer “Ulul azim – Büyük Peygamber) Peygamber olarak kabul etmemize rağmen, onların son Peygamber Hazreti Muhammed’i (s.a.v) bir Peygamber olarak kabul etmemeleridir.
Üçüncü önemli husus, bunların Allah’a bühtanda bulunmaları ve Allahın peygamber gönderirken, onların istediği insanı, onların istediği yerde ve zamanda göndereceğini beklemeleridir. Allah, kendi istediği insanı (Hazreti Muhammed’i), kendi istediği yerde (Mekke’de) ve zamanda seçmiş ve göndermiştir. Ona inanalar kurtulur, inanmayanlar da Allah’ın mülkünde yaşadıkları, onun verdiği rızkları yiyip içtikleri halde onu tanımamaları sebebiyle cezalandırılırlar.
Müslümanlar, hayatlarının her safhasında yaptıkları cihad (malı ve canı ile çalışmak) ile bütün insanların yanlış yollardan kurtularak dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmalarını sağlamak isterler.