Bir günümüz, ya da, bütün bir hayatımız, algılardan, yaklaşımlardan, ele alışlardan; yani tüm bu öznel ve kişisel durumlardan oluşmuyor mu? Mutlak ve tartışmasız tek bir gerçek ve doğru yok mudur, biz cahil kulların lekeli penceresinden bakarken?
Bakmak demişken… Bakış açısı diye bir şey vardı, doğru. Belki de kilit nokta ve esas parola da budur; bakış açıları. Karşıdan bakınca, fincanın kulbunu sol tarafta görmek yani, ‘oysa’ benim sağımda dururken. Tek bir kesite; sadece tek bir tepkiye ya da harekete bakarak, birinin kişiliği hakkında genel bir çıkarım elde edilebileceğini sanmaklar mı dersiniz, yaşadığı tek bir dönemine şahit olduğunuz birinin tüm hayatının ondan ibaret, ya da, ona benzer olduğunu zannetmeler mi? Bakış açıları, ki bunlar her zaman dar açılardır, ne yazık ki bir bütünün tamamını ve gerçeği bize göstermekten aciz olan, öznel ve hatalı bilgiler verirler bize, yalnızca.
Daha önce yazıp yazmadığımdan emin olamadığım ama yazdıysam bile, yinelemekte hiçbir beis görmediğim bir söz geliyor aklıma ısrarla, tam da şu noktada. “Gördüğünün yarısına inan, duyduğuna hiç inanma”… Bunu söyleyen her kimse, ondaki bilgeliğe hayran olmaktan kendimi alamıyorum ben. İlk duyduğum zamandan bu yana, kulağıma küpedir. Aceleci ve oldu bittiye getirip çuvallayan yargılardan, peşin ve kesin hükümlerden alıkoyuyor insanı, bu öğreti.
Yine, izlediğim bir filmi yazmalıyım bu kez de. Ne yapayım, aklıma geldi ve yazmazsam parmaklarım şişecek. Çağrışımlara açık, ekolu bir konu seçmişim bu hafta, demek ki! Neyse… Diyeceğim şu ki, bilmem kaç nesildir anlatılagelip aktarılan bir masal ile ilgiliydi, bu. Yine herkes tarafından, masaldaki esas kötü karakter olarak bilinen kişiye, daha doğrusu ‘cadı’ya, bu defa, tamamen farklı bir açıdan bakılıyor ve böylece tüm işler ters yüz oluyordu. Filmi izlerken, bu kötülük timsali olarak bilinen, namlı karakterle empati kuruyor, onu anlıyor, dahası ona hak veriyor ve hatta iyiden iyiye sevmeye başlıyordunuz onu. Bunca zaman, günah keçisi yapıldığı için hep onun hakkının yenildiğini, ona büyük bir özür borçlu olduğumuzu düşündüm film biterken, şahsen. Malefiz’i izleyin, derim. Uyuyan Güzel masalındaki cadının ismini alan filmi… Bakış açısının ne denli önemli olduğunu, hatta belki her şey demek olduğunu, şimdiye kadar hiç sezip düşünmemiş olsanız da, artık düşünmeye başlayacaksınız, böylece.
Tüm bunlardan sebep, tek taraflı olarak anlatılan hiçbir duruma ya da olaya inanmam ben. Hepsi, boş bir palavra ya da kıymetsiz bir dedikodudur, benim gözümde. İnanacak olsam, ver elini yargısız infazlar, hak yemekler, hukuk çiğnemekler, günahına girmekler, falan. Dedik ya, duyduğumuza HİÇ inanmayacaktık zaten, sözün ikinci yarısında. Elbette… Ki görülenin yarısına inanmak da, yarım yamalak bir bilgiden bile çok daha azını verir bize, zaten.
Bakışların o dar açıları, çabucak karar verip kesin bir hüküme varan illetli meyillerimiz ve koskoca bir evrene mukabil küçücük bir çift gözün, kıyasa bile gelmeyecek nispeti mevcutken, ne görülene ne de duyulana zerre kadar itibar edilmemeli, velhasıl. Üçüncü ağızdan gelen duyumları zaten bir köşeye koyun da, kendi gözlerimle gördüğüm o fincan kulplarına da hiç inanmıyorum ben. Bir şeyi, dar açıyla değil de, tam tur bir 360 dereceyle, derinlemesine de görüp anlayamayacağımı da kabullendim ve mutlak olan bilginin, yalnızca ve yalnızca, Alim olan Yaratan’a aşikar ve bende(köle) olduğunu bilmekteyim, kendimce, kararınca. Dolayısıyla, kötü ya da iyi diye damgaladığımız bütün mühürlerimizi bir köşeye atmalı ve masallara da öyle kuzu gibi inanmamalıyız, hemen. Gerçek bize ancak ve en fazla müphemdir çünkü, evet. Mutlak olan ise, imkansıza ulaşabilme imkanındadır, yalnızca.