Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin yaşadığı 13.yüzyıldaki küresel şiddet, korku, kötülük ve kaos ile 21.yüzyılda yaşadığımız şiddet, korku, kötülük ve kaosu karşılaştırsak, tablodaki manzaranın pek farklı olmadığı görülebilir.
Moğol tehlikesine karşı Belh’ten hicret etmek zorunda kalan Mevlâna ve ailesi, Uluğ Sultan Alâeddin Keykûbad’ın daveti üzerine Konya’ya gelerek yerleştiler. Türkiye Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya, Uluğ Sultan döneminde ilim, irfan yuvası olup ekonomik açıdan da dünyanın en refah şehri ve müreffeh devletiydi. Anadolu, adetâ dünya ticaret merkeziydi. Ülke ticaret ve tarımla zenginleşmişti. İmar faaliyetleriyle yollar, köprüler, bakım evleri, tekkeler, medreseler, hamamlar, şifahaneler yapılarak Anadolu, ipek yolu üzerinde kurulan büyük küçüklü hanlarla birlikte adeta kervansaray cenneti haline gelmişti. Ne var ki dünyayı kasıp kavuran Moğol seli, Anadolu kapılarına dayanmış ve 1243’de, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in beceriksizliği yüzünden Anadolu Selçuklu Devleti orduları Kösedağ’da yenilgiye uğrayınca; Moğollar, Konya’yı yakıp yıkarak yağmalamak, taş üstünde taş bırakmamak için surlara dayanmışlardı. Anadolu'daki Moğol istilası bütün yönleriyle bir kaosa, hatta Anadolu Türklüğü açısından tam bir felakete dönüştü. Anadolu'daki kültür ocakları, istila sırasındaki yağma ve soygunlardan nasiplerini aldılar. Ağır vergiler koyan Moğollar, Anadolu’daki bütün zenginlik kaynaklarını kaldırıp götürdüler. Anadolu’da siyasî ve dinî birlik dağılmış, beylikler kendi başlarına hareket eder duruma gelmişti. Haçlı saldırıları ve ardından Babailer isyanı baş gösterince, toplumsal birlik ve beraberlik bütünüyle elden gitmeye başladı. Böylesine sosyal ve toplumsal hercümerç ile felâketlerin yaşandığı ortamda Mevlâna, İbn-i Arabî ve Yunus Emre gibi mutasavvıf ve mütefekkirler ile Allah dostları, insanlara sabır, metanet, ümit, samimiyet ve ahlâk
aşılamaya çalışıyorlardı. Bu arada Bacıyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm gibi teşkilâtların hedefleri de toplumu madde ve mânâ plânında birlik ve dayanışma içinde yaşatmak, Moğol ve Bizans (haçlı) gibi dış tehlikeler ile iç isyanları bertaraf etmekti.
***
21. yüzyılda da insanlık büyük bir buhran yaşıyor. Bunun adı iman buhranıdır. Materyalizm, Sekülerizm ve Kapitalizm bu buhranın baş mümessilleridir. Bu nazariyeler ve ideolojilerle beyinler yıkanarak zihinler adetâ işgal edilmiş, ve ülkeler istilâ edilmiştir. Filistin/Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Miyammar’da müslümanlara ve Uygur Türklerine büyük zulüm ve işkenceler yapılarak adetâ soykırım uygulanmaktadır.
Hz. Mevlâna, Mesnevî’sinde “Taassub yüzünden hıristiyanları öldüren Yahudi pâdişahın hikâyesi”ni anlatır. Yahudi padişahın sapık ve hileci, gerçekte, tek gözlü mel’un bir Deccal olan vezirin, inanan hıristiyanlar arasında nasıl şer, fitne ve karışıklığa sebebiyet verdiği, yüzbinlerce hıristiyanın öldürülmesine, katledilmesine neden olduğu, o hikâyede dile getiriliyor. Bu hikâyede kastedilen vezirin “Pavlos” olduğu öne sürülüyor. Bu hilekâr vezir birbirine zıt inanışlar, çeşitli görüşler ortaya atarak dinlerinin parçalandığı, bölük pörçük oldukları, kendilerine göre inançlar ortaya çıktığı, Allah’a eş, ortak koşulduğu ve birbirlerini ilah ve Rab edindikleri, kendi aralarında mezheplere ayrılarak yıllar süren savaşlarda seller gibi kan akıtılarak milyonlarca kesik başlardan, tepeler meydana geldiği anlatılıyor. Hikâye şu cümleyle bitiyor: “Vezirin ektiği fitne tohumları, başlarına âfet kesildi.”
***
Ortadoğu ülkeleri ile İslam dünyasının başına çıpan olarak ekilen zâlim İsrail devleti ile siyonist düşünce, fikir ve felsefecilerin ortaya attığı çeşitli izm’ler yoluyla insanlığı paramparça ederek “Parçala, böl, yönet” taktiği uyguladılar. Sekülerizm belasıyla 2 milyarlık İslam ümmeti fesada uğratıldı. Psikolojik ve biyolojik harp teknikleri, ekonomik, teknolojik üstünlükle mağlup edildi. Fesada uğrayınca Müslümanlarda şeref, haysiyet, izzet de yok oldu. Hâlbuki Allah, “ demoğullarını şerefli kılmıştı.” (İsra, 70)
***
Hz. Mevlâna, “Mecalis-i Seba-Yedi Meclis” adlı ilk vaazında, Hz. Peygamberin “Ancak ümmetim fesada düştüğünde sünnetime sarılan müstesna. Onun için yüz bin şehit ecri vardır” müjdesini, o kadar güzel benzetmeler kurarak anlatıyor ki, o, sünneti bazen bir damlaya, bir işe, bir aynaya benzeterek şunları ifade ediyor: “Kimi damlalar toprağa karışmış, kimi damlalar yapraklara tutunmuş, kimi damlalarsa ağaçlara sütannelik ederek köke yönelmiştir. Her can damlası bir şeyle meşgul olmuştur. Çaba gösterilirse bir iş bin iş gibidir. Sayılınca azdır, fakat saldırıya geçtiklerinde çoktur. Öyleyse o bir tek damla, “ancak sünnetime sarılan müstesna” hükmünce yüz bin damlanın yaptığı işi yapmıştır. Bu damla değil, damla görünümlü seldir.”
Hz. Mevlâna, ilk meclisteki vaazını, padişah, padişahın güzel kızı, şeytan, Bersisa arasında geçen hikâyeyi anlatarak ve duayla son veriyor:
“Ey her iki hükümdarlığın sahibi! Zayıf kullarını din düşmanlarının ayakları altında ezdirme. “Bizim dileğimiz budur. Az ya da çok bağışlamak senin elindedir.” Biz, âciz ve zayıf dileğimizi senin katına arz ettik. Sen bitimsiz, sonsuz ve uçsuz bucaksız ihsanınla rahmetini esirgeme ey âlemlerin Rabbi ve ey yardım edicilerin en hayırlısı!”