Güvendiğimiz mekânların, en korunaklı olduğunu düşündüğümüz yuvaların, özel bir dünyanın yıkılıp, başımıza geçmesi karşılaştığımız, ama her iki anlamda da ders ve tedbir alamadığımız olaylardan.
Rukiye Yıldız Erdoğmuş, Mola Yayınlarından çıkan kitabı 4 Cesetle 7 Gün’de, işte böyle trajik, yaşanmış bir olayı anlatıyor. 2 Şubat 2004 yılında, Konya’da yıkılan, 92 cana mal olan Zümrüt Apartmanı faciası ve ardında bıraktıkları.
Bu hazin, elim hatıra; hızla geçen senelerin, yoğun gündemin etkisi altında bir kere daha toza dumana karıştı, yeterince işlenmedi. Bildiğim kadarıyla Dr. Sakine Akça’nın “Elveda Ankara” romanı ve yazar Perihan Akçay’ın, Zümrüt Sitesi’nde 10 yakınını kaybeden Mehmet Emiroğlu’nu ele aldığı “Sabır” gibi bazı hikâyeleri hariç.
Sayın Erdoğmuş, zahmetle( ileri bir hamilelik döneminde), Bursa’dan kalkarak; felâketten 157 saat sonra enkaz altından sağ olarak kurtarılan Yasemin Yaprakçı’yla buluşmuş ve kitabını oluşturmuş.
Yazar, “Kitabı çok okunan, heyecanlı bir roman formatında yazabilirdim, ama tercih etmedim” diyerek isabetli bir karar veriyor. Çünkü ölüm, çıplak bir hakikat karşısında, duygu ve düşüncelerini rahatça, deneme kanalıyla da samimiyetle aktarabiliyor.
Bu akıcılık ve türler arası geçişkenlik yazarın elini, çerçeveyi de genişletiyor, düşünce sıçrayışlarını sınırlandırmayıp, kalıplar içinde ezdirmiyor. Öte yandan iyi bir araştırmacılıkla yazılan kitap, şiirsel bir dille, roman havasını içinde barındırıyor.
4 Cesetle 7 Gün, Yasemin’in şahsında bir mucizenin; Zümrüt’ün, bazen üzerine ölü toprağı serpilmiş bir beldenin, insanların öyküsü. Tevekkülü, ibretli, ferasetli bir bakışı ihmal etmeden bir yaranın açılışı.
Bir hatırlama, ölümü, ahreti. Yüzleşme, muhasebe. Küçük, basit gibi gözüken sıkıntılardan dolayı, ruhu iflas bayrağı çeken günümüz insanına karşı, Yasemin örneğiyle çıkış. Çünkü Yasemin gibiler kurtarılırken; güzel, nadide bir numune olarak, bir “kurtarıcı” aynı zamanda.
Rukiye Yıldız Erdoğmuş, Zümrütte bir zaman yaşamış aileleri, hadisenin sonrası ve tepkileri incelerken; vakayı bir kere daha okuyor, tekrar kurup, bize sunuyor. Yasemin’le mükâleme yanında, yıkıntıdan sağ çıkarılan harika çocuk Muhammed Kalem’i de işin içine dahil etmesi, örgüyü ve gerçeği kuvvetlendiriyor.
Ve Fatih Çarman. “Yasemin’i kurtaran, 1982 doğumlu, Türk ordusunun yaman kahraman ve merhamet timsali, Konya’nın yetiştirdiği nice güzel şahsiyetler zincirinin bir halkası, Hz. Hamza hayranı neferi. 2007’de yine bir (askeri) kurtarma için, hain teröristlerle olan bir çatışmada, alnından yediği kurşunlarla şehadet şerbeti içecektir.”
O göçükten (sonra) nice güçlü, hayat ve iman dolu Yaseminler, nice Muhammedler, Fatihler doğacak belki de. Yazar bize o terkibi, eczayı, Tevhid’i hissettiriyor.
Sarıldıklarımız, dayanaklarımız; bizi asıl yaşatanlar, nefes verdiklerimiz ve bizi nefeslendirenler. Evden başlayıp, küçükten büyüğe ve asıla giden dünyalarımız.
İmtihanlar çeşitlenir ve şahsîleşirken, verilen fırsatla yeryüzüne çıkmak. Yalnızca yüzünün değil, yeraltının da ölü(m) hikâyeleri.
Geride kalanlar, göçmüşlerin evrak-ı metrûkesi. Bir varmış, bir yokmuş. İnsan varlığı birden buharlaşırken; bazen bir mutfak önlüğü, halı, çanta, hazin hazin bize gülümseyen bir fotoğraf, ruhunu teslim ederken para kasasına yapışmış eller; bir yığın yaralı bereli hatıranın kalması ne kadar acıdır.
Çöküntülerden, enkazlardan kurtardığımız ne? Ölümün kıyısında yaşamak, belki sadece kalp gücüyle, kalp nefesiyle yaşamak.
“Kum yemek, susuzluktan ötürü idrarını içmeyi düşünmek. Ablası/ailesi ile mezardan daha dar bir yerde yan yana, aç, susuz, havasız beklemek; kız kardeşinin saçlarını çekerek, toprağı tırmalayarak, boğularak can vermek; bir aileden 7…. kişinin gitmesi, enkaz altındaki rüyalar, hayalet ağrılar, can pazarında tefeciler.
Toprak altında kalmış ülküler, viran olası hayaller ve bu felâketin üstüne bir hava deliği, teneffüs, yardım eli…
“Megafonla sürekli bağırıyorlardı, nefesimi tutup ne dediklerini iyice duymaya çalışıyorum, ne dediklerini tam anlayamıyorum, tam o esnada yine tren geçiyor az sonra yine anons ‘orada kimse var mı? Canlı var mı? Kimse var mı? Sesimi duyan var mı’ Ses çok net ben öyle heyecanlanıyordum ki var gücümle plastikle vurmaya başlıyorum, sesim çıkmadığı için can havliyle yüzüğümle vuruyorum, ellerim parçalanıp acıyınca plastikle vuruyordum, yetinmeyip tırnaklarımla demiri tırmalıyordum tırnaklarım ters dönüp lif lif olmuştu, bazı parmaklarımın tırnakları kırılmıştı. Olsun kurtulacaktım, tırmalamaya vurmaya devam ediyordum. Bir ses:
“Komutanım komutanım koşun burada canlı var. Köpek değişik hareketler yapıyor(…)
“Ben yüzükoyun yani yüzüm yere doğru olduğu için çıkarırken beni çevirmek istediler, ayakucumdan başucumdan ölüleri çıkarıyorlardı, dört cesetle yedi gün birlikte yaşamıştım. (s. 113, 115)
4 Cesetle 7 Gün rahatsız edici, sarsıcı ama kesinkes muştulu bir eser. Bir tefekkür çağrısı…