O besteler, o sözler, o şiirler... Feryatlar, figanlar, kutlamalar ve festivaller... Hatta bazen ahlar ve vahlar! Aşk ile ilgili söylenmiş, susulmus ve haykırılmış ne çok şeyler, bir şeyler ama hep devamı gelen, bitmek bilmeyen, sanki tükenmez bir kaynaktan beslenir gibi görünen -belki de gerçekten öyle olan- şeyler... Ne yaşıyorlar ki bu insanlar?!
Henüz bedenlenmemiş ama muayyen bir tarih için bileti çoktan kesilmis olan bir can idi yalnızca, o bunları düşünürken. Ta öte alemden, varacağı Dünya durağıyla ilgili söylentileri duymuştu, henüz orada olmayan kulaklarıyla. Bunu yapmaları için onlara izin verilen ama rıza gösterilmeyen lanetli bilgi hırsızları, aşırdıkları bilgileri oradan buraya ve buradan oraya getirip götürüyorlardı ne de olsa, yalan yanlış olsa da. Yine de tüm bunlar, yalan olması ihtimaline karşın, bire bin karışmış olması olasılığına rağmen, ilgisini fena halde celbediyordu onun. Ne yaşıyordu bu insanlar, sahi!? Dertleri neydi?
Hoş, bedenlendikten sonraki, ona biçilen ve kendince belirsiz olan bir ömür süresince, tek gayesi ve gailesi bu olmayacaktı elbette: aşkı bulmak. Yani, o insanlarin ne yaşadıklarını anlamak... Fakat ta ezelden içine düştüğü bu merakını, varacağı durakta bir şekilde cevaplandırıp tatmin etmek icin söz vermişti kendisine. Henüz olmayan iliklerine kadar isleyen derin ve koyu bir kararlılıkla.
Adımlıyordu o sırada. Yolda. 'Olmayan ayaklarıyla' demeye gerek var mi şimdi hala? E anladınız işte, sırasını bekleyen, bilindik varlık sahasına henüz girmemiş olan bir ruhtan söz ediyoruz biz burada sadece. Adımladığı yol ise, betondan bir platform; öyle bilindik ve çizgisel bir zemin değil işte. Manası 'yol'a çıkan bir misal...
Etsiz kemiksiz kahramanımız, bileti kesilmiş her can gibi ete kemiğe bürünmesin de ne yapsın, sonunda? İlahi buyruğa kayıtsız şartsız itaat etmekten özge ne bir seçenek, ne de şüphe olabilirken, üstelik? Yürüdüğü o yol ise, misal aleminden cisim alemine evrilmişti artık.
Artık bulur mu bulmaz mı bilinmez ama onun yazısında aşkı aramak vardı en azından, hatırlayın.
Efkârlı, başı dumanlı bir meyhane masasında olduğunu hissediyor, anlıyor, hatta biliyordu, hayat diye sürdüğü süresini; ömrünü doldururken. Uzaktan gelen ama her nasılsa her daim kulağının içinde çınlayan bir şarkıyı dinleyip duruyordu hep.
Tam karşı cinsine isabet etmiş olan bir bedenin aracılığıyla, o bestelerin, sözlerin ve şiirlerin nasıl yazıldığını anladı bir gün. 'Tam karşı cinsine' tanımı, anlamsız gelmesin size şimdi. Arada tam olarak 180 derecelik bir açı bulunduran bir konumlamadan söz ediyorsanız, bu ifadeyi pekala kullanabilirsiniz. 179 ya da 181 değil; birindeki 'erkekliğin', diğerindeki 'kadınlığa' tam olarak denk düşüp birbiriyle örtüştüğü ender durumlar için kullanılabilir bu söz. Sonuçta aşk ve romantizm gibi şeylerin belirebilmesi ihtimali, temeldeki cinsiyet farkından kaynaklanmaz mı zaten? Azizim? Sarhoş edici ama acı veren, kendine getiren ama ayakları yerden kesen her ne varsa, ancak ta ezelden kendine verdiği sözü tutan birisinin yaşayabileceği tatmin ve doygunluk hissiyle yaşadı. Ta ki tüm o yaşananlar, maziye gömülünceye kadar... Ve 'mazi' denen şeyin, geride kaldıkça daha fazla canlanan bir şey olduğunu anlayıncaya kadar.
" 'Bir defa' anlayınca bunları, tekrar etmesine gerek kalmadı" demek isterdim şimdi. Ya da, istemezdim. Bilmem... Onun iyiliğini mi isteyelim simdi, yoksa, kötülüğünü mü? Veya, o meyhane masasında bulunmak, o efkârlı şarkı, başı dumanlı hal, onun iyiliğine midir, kötülüğüne mi? Geçmişin farklı bir kılığa bürünüp, yeniden yaklaşmakta olduğuna dair duyduğu ayak sesleri, şimdi yeni kutlamaların ve festivallerin mi, yoksa, yeni yasların ve ahların mı habercisidir? Can... bunu sen bile bilmiyorsun henüz. Fakat bu seferki 180 derecelik açı, nasıl olduysa, kör noktana düşmüş. Tam karşıyı görememek gibi, gözlerin kamaşması gibi...