Okumalar
Dikkatinden kaçmadı. Her zaman kocaman rengârenk afişler basılır, programda yer alan aydınların, kültür adamlarının isimleri yazılırdı.
Bugünse üzerinde “Sadreddin Konevî Okumaları” yazılan tek afişte, her zamanki özenden uzak, sadece düzenleyen kurumun adı vardı.
Düşüncelerini konu üzerine toplamaya çalıştı. Biz hep, tarihî zamanları günümüzle mukayese etme temayülünde, tek zaviyeden bakarak; genelde medeniyetten, ilimden yoksun, “geri” dönemler olarak ele almaya eğilimliydik.
Oysa konuşmacı, öne sürdüğü fikirlerle peşin hükümleri yıkıyordu. Leman artık üşenmiyor, not alıyordu.
Konuşmacı, Sadreddin Konevî çağından söz ediyordu. Bilhassa medreseler; aile ve cami merkezli eğitim ve öğretimin yanı sıra mühim vazifeler üstlenmişti. Medreselerin tamamında kütüphaneler bulunuyor, Konya’daki Sadreddin Konevî’nin tekkesinde olduğu üzere, kütüphane olarak kullanılan özel bölümler yer alıyordu. Vakıf kayıtları, Selçuklu sultan ve emirlerinin de özel kütüphaneleri olduğunu bildiriyordu.
İlim ve kültür hayatı tahmin edemeyeceğimiz ölçüde zengindi. XIII. Yüzyıldan itibaren Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminde Anadolu’da sadece tasavvuf hayatı ve felsefesi değil; matematik, astronomi, fizik, kimya ilimlerinde de önemli çalışmalar yapılıyordu. Medreselerden yetişen Türk aydınların çoğalmasıyla; ilim ve kültür hayatına Türkçe de dahil oluyor; Arapça ve Farsça yanında Türkçe telif edilen eser sayısı artıyordu.
Anadolu’ya yerleşen askerler, gezgin derviş ve tüccarlar bir yerleşikliği, şehirleşmenin yolunu da açmış; Moğol istilâsından doğan keşmekeş; Rum ve Ermenilerle yapılan mücadeleler, halkın dinî temayüllerini arttırmış, tasavvufî şartları hazırlamıştı.
Leman bu konudaki bilgilerini yokladı. Iıhh! Tarih konusunda rezaletti. Bazen Caner’e hayret ediyordu, kendinde ne buluyordu da hayatını birleştirmek istiyordu. Düşünceleri dağılmıştı. Mevzuyu kaçırdı.
Bir başka seçkin isme işaret etti hatip:
“Devrin bir diğer dikkat çekici siması ise, Anadolu’nun yetiştirdiği mutasavvıflardan, Hacı Bektaş Veli’ydi.”
Şimdi, isimsiz hüviyetsiz cisimsiz adam, derneğin bahçesinde şevkle konuşuyor; yazla birlikte, dumanı üstünde eski bir zamanın kokusu geliyordu.
Konuşmacı, Sadreddin Konevî Hazretleri için söylenilen bazı sözleri, tanımlamaları iletiyordu:
“Şeyh Sadreddin Konevî, zahiri ve batınî, aklî ve naklî bütün ilimleri toplamıştı; Dünya âlimlerinin kutbuydu; Kibarı evliyadan olup, talebelerinden meşhur âlimler yetişmişti; Onda Mekke, Medine, Semerkand, Buhara birleşmiş Konevî olmuştu; ‘Hiçbir mutasavvıf teorik tasavvuf tarihinde Sadreddin Konevî kadar tesirli olmamıştı.”
Dinleyicilerin içindeki Doçent Sefa Bey’in gözleri yaşardı. Ne muhteşem bir dönemdi Anadolu Selçuklu Devleti’nin XIII. Asır Konya’sı. Bir çok mutasavvıfın düşüncelerini serptiği bir ortam. Gerçi değişik akımlar arasında çeşitli mücadeleler olmuştu. Fakat bütün zamanların Moğol/Haçlı sürülerine karşı koyacak bir öz, nüve de yeşermişti.
Türkleşme, İslâmlaşma da muhteşem, Mevlevîlik ve Ekberîlik katkısını unutmamalıydı. Edebî bir terbiye görmüş ve çoğu şair olan Selçuklu sultanları, Moğol istilâsından kaçan ilim adamları, sanatkârları himaye ederken, küçümsenmeyecek bir seviye de göze çarpıyordu. Mesela Sadreddin Konevî’nin öğrencisi Kutbuüddîn-i Şîrâzî Anadoluya geliş sebebini; İbn Sina’nın el-Kanun adlı eserinde karşılaştığı müşküllerini, bu konunun buradaki uzmanlarıyla tartışıp, müzakere etmek olduğu açıklamasını yapabiliyordu.
Prof. Tuncer Bey sıkıldı. Binaya, bir arkadaşıyla görüşeceği için uğramıştı. Saatine baktı, adam her zamanki gibi gecikmişti. Hiç işte! Sonra sohbete takıldı.
“Her zamanki yaveler.” diye homurdandı. Akılcılığın, pozitif ilimlerin gelişmemesi, hep bu miskin, bedevî tabiatlı adamlar yüzündendi. Tekke türbe, bir tevekkül, Allah lafıdır tutturuyorlar, irticacı kökleriyle devletlerin nice yüzyılına mâl oluyorlardı.
Leman çevreye bakındı. Bahçede yirmi, otuz kişi ya var ya yoktu. Kimi sıcağı falan bahane edecekti ya.
Garip konuşmacı, bazen fark ettirmeden gözünü kapıya dikiyor, her konukla seviniyordu. Fakat fazla rağbet görülmüyordu.
Gelen medya soslu/tozlu biri veya üçüncü sınıf bir şarkıcı olsa, insanlar üst üste binerdi. Ama Leman, geçmişteki benzer konulardaki kendi gönülsüzlüğünü hatırladı, eleştiri hissini susturdu.
Ancak yine mevzudan uzaklaşmıştı. Yanına gelip, sessizce oturan Caner’in varlığı da cabası. Bir müddet onu çekiştiren düşüncelerle oyalandı.
Bir tespit; ilgisini çekerek, tekrar programa yönelmesini sağladı. Geniş bir çerçeve çizen konuşmacı:
“Fatih Sultan Mehmet; ünlü ilim adamı Sadreddîn Konevî’ye alâka beslemiş ve Miftahü’l-gayb isimli eserini, onun devrinde dört ayrı yazar şerh etmiştir.” diyordu.
Bir algılama ve duyuş belirginliğiyle, koltuğa mıhlandı. Gevşedi.
“Hocası İbn Arabî ise, “Kurtuba kadısı İbn Rüşd gibi filozofların hayranlığını celbetmiş; hayatı boyunca üçyüzden fazla âlimle görüşerek, onlardan yararlanmış, kerametleri bugüne kadar ulaşmış bir şahsiyetti. Söz gelişi, kendisinden yüzlerce sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirmişti. Işığın hareketini tespit ederek Edison’a ilham vermiş ve Edison’a Arabî için “Üstadım”; meşhur Voltaire’ e ise ‘Müslümanlar arasında bir adam çıktı, onu da Müslümanlar kabul etmiyor’ dedirtmişti. Fatih’in İstanbul’u fethedeceğini; Yavuz’un Şam’a gireceğini öngörmüş; 1215 senesinde Antalya’yı kuşatan Keykavus’un zafer kazanacağını da, ona gönderdiği bir mektupla müjdelemişti.
Bir duraklamayı fırsat bilen, her konuda diyecek sözü olan Caner kendini kaptırmış, hızlı hızlı konuşuyordu; gözlerinin içi her zamankinden parlaktı. Bir rahmet bulutu gelip oturmuştu âdeta.
“Bak Leman; Şeyhu’l Ekber’ şeklindeki ünvanı bazılarınca ‘Şeyhü’l Ekfer” biçimine dönüştürülmüş. Hapiste öldüğüne dair rivayetler var. Kahire uleması “Füsusu’l-Hikem’i Nil nehrine atasın, attığın zamanda uzak durasın, sakın üstüne bir su damlamasın. Damladığı yeri de kesmek lâzımdır” diye fetva veriyor.”
Leman irkildi; bazen kime hayran kalacağını bilemiyordu. İbn Arabî’yi, ona emanet edilen manevî oğul Sadreddîn’i merak etti. Derin bir tanışıklık hissiyle, tatlı bir hayale daldı sonra. Keşke yanında bitiverselerdi de, özlem giderseydi.
Kürsüdeki zat, Sadreddin Konevî Hazretleriyle ilgili bir menkıbeyi aktardı, “Taş hikâyesi”.
Dinleyicilerden türbanlı genç bir hanım sinirlendi. Masallarla değil, işin felsefesiyle ilgilenmeliydi, ne gerek vardı bunlara. Asabiyetin verdiği ruh haliyle, görüşlerini hemen yanında oturan arkadaşına da aktardı.
Arkadaşı itirazını dillendirmedi, tartışmanın sırası değildi. Aldığı bütün zevk kesilmişti, gönlü ağırlaştı.
O; türlü mesajlarla yüklü menkıbelere, göz gönül açıcı kerametlere bayılıyordu. Yüce Allah’ın kudreti sınırlanır mıydı yahut küçümsenir miydi?
Kâmil insanla ilgi her şeyden hoşlanıyordu; yaptığı okumalar bambaşkaydı. O sayede tasavvufa bir giriş yapmış, muhtelif kaynakları, hikmet kitaplarını okumaya başlamış, Kâinatın dilinden haberdar olmuştu, böyle görüyordu.
Kalp itirazları güçlendi. Günü geldiğinde, bir menkıbenin başı çektiği dinî içerikli bir kitap yazacağından henüz habersizdi yazar adayı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.