NEHİR
Ben küçük bir kızken, bir düş dünyasında hep uzak seferlere çıkardım. Ama bu işi, daha çok nehirler yoluyla yapmayı kurardım.
Gizemli bahçelerinde perilerin, kelebekçiklerin, bülbüllerin ebedî baharları kovaladığı; saadetlere uzanmış güzelliklerin, ölümsüzlüğe durmuş sevgilerin, huzura uyanmış dostlukların hüküm sürdüğü; dünyanın ve insanın yeni baştan yaratıldığı; ağaçların, canlı cansız mevcudatın, insanların ve mutluluğun istenmeksizin meyvelerini tüm varlıklara sunduğu.. dipsiz, diri, sonsuz, zamanla mekânla kayıtlanmamış; hiçbir şekle, forma, benden başka gözün menziline girmemiş.. sevgisizlerin ve yüreksizlerin dışlandığı; sadece bana ait, bana has bir dünyaydı bu.
Nehirler beni götürürdü, dinlerdi, nehirler beni anlardı.
Değilmi ki o nehirler, esrarlı yerlerden beni annemle babamın sıcak kucağına, çok kıymetli, bulunmaz bir hediye olarak taşımışlardı. O halde büyülü diyarlara, insan sıcaklığının ve sevginin had safhaya eriştiği yeni, muazzam, heybetli yollara da taşıyabilirdi. Deniz ve ummanlarla birleşebilirdi.
Nehirlere kendimi korkusuzca atar, sürüklenmeyi, hızlı bir akışla yolların dürülmesini; sağa sola bükülürken, çatlamış topraklara, susuz çöllere, kurak kalplere; verimler, feyizler ve bereketler bahşetmesini beklerdim. Neşeyle süzülmesini, dans eder gibi kıvrılan bedenini…
Ya da acı, yüreğimi amansızca kamçıladığında, beynimle yüreğim arasında uçurumlar olduğunda; kendimi gene nehirlerin kollarına atar, kibirli, isyankâr gizli bir kalp ağlayışıyla beraber, kimsecikler duymadan, kimseyi bol kahkahalı bahtiyarlıklarla çevrelenmiş yuvalarında rahatsız etmeden, kimseden yardım dilenmeden; gene onları demir dünyalarına, paslanmaz çelikten yüreklerine, ortalıkta habire uçuşan bin bir cennetine havale ederekten; bir el sallamadan, ufak bir pusula bırakmadan, hiç biriyle vedalaşıp sarılmadan, dudaklarım mühürlü kalbimse hep açık, davetkâr; mağrur ölümlerle, bol elektrikli dünya şoklarıyla, temelli göçlerle defalarca ölürdüm. Ölürdüm.
Yasımı içine geçirmiş matemli nehirler, bu defa lânetli cesedimi hıçkırıklarla sarsılarak, gök ağlayışlarıyla ortaklaşarak ve kızgınlıklarından taşarak; homurdanarak götürürdü.
Bir iç karanlığına mahkûm edilmiş küçük kızlar karanlığı sevebilirlerdi belki. Nehrin kuytularına, çamurlarına kendimi gömer; dünya kirlerine batmaksızın nehirlerde arınmayı tercih ederdim. Nehirlerle bütünleşirdim. Üzerimden nehirler geçerdi.
Sonra, tepelene debelene, bata çıka, sürüne yürüye, tırnaklarımı bileye bileye; bir su damlacığına tutunarak, kan ter içinde gene nehirler yoluyla dünyaya ‘Merhaba!’ derdim.
İntiharı düşünürsem, nehirlerde ederdim. Bir yere gideceksem nehirlere binerdim. Nehirlerin çığlıklarına, bazen coşkulu tepkilerine iştirak ederdim. Nehirler yoldaş, nehirler sırdaş, nehirler arkadaştı.
Fareli Köyün Kavalcısıydı belki; peşine takılırdım. Hızır’la Geçirilen Kırk Saatti, nasihatlerini dinlerdim. Küçük bir dünya sahnesiydi; üzerinde aktörlük provaları yapardım. Musa’nın Çoban’ı gibi üzerinde yürüyüverirdim.
Dışın, için, hecenin, yücenin minyatürüydü. Yunus’un çağrısıydı. Sevginin balla sütle karışmış türüydü.
Gecesini, gündüzünü severdim. Bütün kendini ırmaklara atmış kadınlarla buluşur, güç birliği yapardım. Bazılarımız sapar, kıvrılır, yolu başka mecralardan maceralardan geçer; kendini ‘deniz’ zannıyla başka sulu kucaklara atar, sulanır, hattâ kırılırdı. Tükenir, harcanır, solup sararırdı.
Fakat en kötüsü kurumaktı; en iyisi katılmaktı. Bir deniz bir umman erkeğin eteğine yapışmak; azgın sularda, kızgın dalgalarda yanmak ve tutuşmaktı.
Ama önce ırmak olmaktı. Ama önce ırmak olmayı hayallemekti. Ama önce ulu bir deniz bulmaktı. Hiç değilse yalvarmak, yanıp yakılmaktı. Yakarışlarının denizin kulağına gidip; karşılıklı mesaj olarak, kalbini dalgalandırmasını beklemekti. Ve o dalgaya binip, denize gidip; sonsuzla sevişme eylemini sonsuzca tekrarlamaktı.
Denizler kadar boşalmak, ummanlar kadar dolmaktı. Bir ceviz kabuğuna deryaları doldurmaktı. Tek bir şarap kadehinin içine, denizleri koyup, kadehin üstünü gökyüzüyle süslemekti. Ve sonra semaların peşine düşmekti.
Deli âşık ırmakken, denizlerle birleşirken taşıp, coşup, aşıp; hızını alamayıp gök seferlerine çıkmak, sema gezgini olmak ve bu sefer semadaki ummanlara katılmaktı.
Sürekli devinim, mütemâdi hareket ve bitimsiz enerji içinde; sadece aşkta sonsuz, aşkta ilânihaye durmaktı. Sadece onda karar kılmaktı.
...
Ben küçük bir kızken, nehirlerle konuşurdum. Zamanla onların bana cevap verdiğini duydum. Çok eski zamanlardan sözler getirdiğini, davetler yaptığını, kuvvetlice fısıldadığını.. inildeyerek, çağıldayarak akarken ve ezel şarkılarını söylerken; o kutlu zamanları hatırlattığını…
Bilirdim, kalbim hep bilirdi.
Ben küçük bir kızken ırmakları severdim. Balıkların gülüşmelerini izler, rüzgârın haşin sertliğine nehrin verdiği cevapları seyrederdim. Sazlıklarının, gölgelerinin, ağaçlarının arkasına saklanır; güneşin hepimizi bulup, sırayla cömertçe çapkınca okşamasını beklerdim. Bazen bir ışın demetiyle cilveleşirken; nehir annem olur, seslenir, tekrar aşağıya inerdim.
En mutlu, en siyah; en çocuksu, en erişkin çağlarımda yeşil bir dipsizlik gibi; nehir beni çağırırdı.
İçim nehirlerden çıkmamak isterdi, dışım kaçmak. İçim kutsal seferlere niyetlenirdi; dışım dünya oyuncaklarıyla oynaşmak. Bilinmeyen dolambaçlarda dolaşmak, dolanmak ve ayağı dolaşmak. En nihayet dalaşmak ve yerküre tarafından dalanmak.
Böylece güller yerine dikenlerin derdine düştüm. Yokuşları çıkmak yerine aşağılara zilletlere, onulmaz illetlere düştüm, inledim; iflah olmaz delilikler içinde, çaldım, söyledim.
Bir gün gene Onun çağrısını işittim. Nazlıydı, ama güçlüydü. Her yönden gelir, sırf beni çağırır gibiydi. Bu, gururumu okşadı. Gururumla, benliğimle de gidebilirdim. Nasılsa kıyıda kalırdı; nasılsa yıkanırdı; nasılsa diğer “çöplerle” birlikte süzülürdü.
Başımı yerden göğe doğru çevirdim. Nehir, ayağa kalkmıştı. Yemyeşil, nurani bir yol gibi; gözümde gönlümde uzanıyordu. Heybetle dikilmişti. Onurla büyümüştü.
Bu defa başı, gökyüzünde kaybolmuştu. Beni oradan çağırıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.