Mürekkep Kızıllaşınca
Usta yazarların, okur ürünlerini değerlendirdiği köşeler ilgimi çekmiştir. Böyle bir köşenin yer aldığı bir edebiyat dergisindeki; kimi yazarların öyküleri, konu seçimi, genç metinlerdeki şiddete olan teveccüh ve bu tür çalışmaların giderek artışı beni düşündürttü.
Dergi sayfalarında yer alan bir öykü; “kadim dostunu”, “adil bulmadığı bir hayatın” şartlarını değiştirmek için; çekiçle başına vurarak öldüren, bileyli testereyle vücudunu parçalayıp, bavula yerleştiren, “yağlı ciğerini” de kedilere ikram eden bir beyefendiyi anlatıyordu. Cesedin parçalanıp bavula konulması, size benzer bazı meşhur testere cinayetlerini hatırlatmıştır. Her sahada eğitim(!) şarttı; bakın hayat bizi nasıl eğitmişti.
Eleştirmen konumundaki yazarın, eksik ve sorunlu bulduğu, iki “yeni imzalı öyküden” birinde gene cinayetten; diğer okur öyküsünde ise, “sinirlenince” babasını öldürüp, “kafa derisini yüzen” bir muhteremden bahsediyordu.
Hayata dönüp baktığımızda; kafa kesmek, deri yüzmek, sobada çocuk yakmak gibi fiiller ve sahipleriyle tanışıyorduk. Tabancayla çekip vurmaktan, anlık öfkelerden çok farklı; uzun uzadıya, soğukkanlılıkla yapılan işler; ard arda kanlı bir dizi gibi. Hatta aralarında “sanatsal (!) eylem” diye nitelenenip yüceltilenleri, zekâ(!) fışkı(rtı)ları da mevcuttu.
Ne pahasına olursa olsun “engeli” ortadan kaldırmak, “sahip olmak”, nefret, öl(dir)esiye rekabet, düşmanlık, en hafifinden ezmek; benlik çarpışmaları, günah keçilerinin tokuşmaları...
Kişinin tek başına intiharı dahi bir erdem(!) sayılır oldu neredeyse. Çünkü ailesini ve düşmanlarını toptan temize havale edenler, yanında götürenler vardı; öldürme hakkımız kullanılarak, geniş bir yelpazede kişiler özgürce çiziliyordu…
Rol modelleri farklılaşmıştı. Okullardaki şiddet hadiseleri, genç yaştaki ana-baba-arkadaş katilleri, aile katliamları; toplumdaki yaygınlaşan duyarsızlaşma eğiliminin, sadece dışın değil; sert, karmaşayla debelenen yitik bir iç dünyanın emareleriydi. Şiddet dolu bir bakış ve hayat izlerinin göstergesiydi ya da…
Çeşitli kesimlerden, suçluya/kurbana/adsızın tekine; hiç bir ruh engeliyle karşılaşmadan, severek eziyet edenler bulunuyordu… Y/etki karşısında, egemenin baskısıyla tereddütsüz canavarlaşanlar, “azılı cezacılar” ortaya çıkıyordu diğer yandan. Otoriteyse neyin, kimin otoritesiydi?
“İçimizdeki Katil/Cani/İşkenceci…”den bahsediliyordu. İnsanı bu kadar değersizleştiren, nazarımızda da haysiyetsiz, puldan kıymetsiz hâle getiren; ruh boşluklarını dolduran kuvvet neydi? “İçimizdeki Hekimleri”, “Hâkimleri”, “Derinliklerdeki Hikmeti” öldüren, “Diplerdeki Hayvanı” canlandıran kimdi?
Çirkin örneklere, iştahla tutkuyla sarılması, yol açımı; bir güzellik idrakinin kaybı, şerrin güç haline gelip, vicdanı kabzetmesiyle ilgiliydi bir bakıma. Kutsal bağlantılı, gönlün temelini meydana getiren, inşâcı rahmanî duyguların, temiz aklın yavaş yavaş geriye çekilmesi, çözülüp, felç edilmesiydi herhalde.
Kötülüğün bir parça daha meşruiyet kazanması, ona alışılması ya da çığırından çıkmasıydı nihayetinde. İbret verici, hürmete şayan insanlık numunelerinin ve paralelindeki aydınlık bir dünyanın maziye gömülmesi; asıllarına itibar edilmeyip, karikatürleştirilmesiydi bidayetinde.
Şiddeti hayatımıza geçiriyor ve hayatımızın şiddetini okuyor/yazıyor/ belgeliyor; neticede geleceği resimliyorduk.
Fakat kötülüğü yazmak, kaleme alırken bir defa daha yaşamak ve sırf “edebiyat olsun” diye yapmak bana biraz ürpertici geldi. Zannediyorum bunu siyasî maksatlı bir gaye, bir eleştiri, uyarı niyetiyle de kâğıda dökmedi bazıları.
Bir kısım yazarlar kuralsızdı; belki sırf eğlenmek, ruhunu kazımak, toplum ve din baskısından uzak sahnelemeler, “gösteri” gayesiyle yahut meydan okumak, bütün varlığı hiçlemek içindi karalamaları.
Alacakaranlık, kanunsuz, küfür gibi bir dünyanın dışa vurumuydu çabaları. Zaten önemsiz, anlamsızdı Varlık ve eserleri. Satır(ları) bile vuruşuyor kesiyor; gerilmiş, imha eden sayfalarda; kalem bıçak olmuş kalbi habire deşiyordu.
Hunharca ölümlerin, vahşetin hiç mazereti yok, kâğıt üzerinde bile. Bazı yazıcılar, kötülüğü cazip buldukları için yazdıklarını ifade etmişlerdi.
Ve bir takım popüler yerli- yabancı kalem ehli; yeni yayınladıkları kitabın daha fazla cebir, işkence sahnesi içermesiyle, ahlâkı çarmıha germekle övündüler, kötülük çeşitlemesi güzellemesi yaptılar; sadık okurlarına, konuya ilişkin vaatte bulunmuşlardı, sözlerini tuttular.
Hayat vermekten ziyade yok etmeye yatkın kavgacı karakterler; sallantılı bunaltılı, nereden tutacağınızı bilmediğiniz kişilikler; kasıp kavuran, savuran, döven söven mütecaviz kerih kelimeler.
Okur bunu tercih ediyor ve istiyordu sanki. O yüzden mebzul miktarda sadizm, zulüm, iğrençlik aktı kalemin ucunu batırdığı çürüklü, kötürüm, ezik kelimelerden; nefret, gazap, isyan, kin ve şirk saçıldı kokuşmuş cümlelerle örülen süflî mülevves evrenden.
Aşikârdır ki, Tanrı’nın saltanatı yürürlükte değildi; hazin bir başkaldırı içindeydik. Dolayısıyla iki küçük edebî örnekten yola çıkmıyorduk, kötülük çekirdeği/çiçeği patlıyordu.
Kalem yazamıyor, başı önünde, utanç içinde yorgun düşüyordu; teslim bayrağı çekiyordu son kertede. Mürekkep kızıllaşıyordu.
İnsanlıktan çıkmış kötücül “Birleşik Harfler Ordusu”, Beşeriyete kefen biçiyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.