Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Kaynayan süt

Kaynayan süt

Bazen yaşadığınız bir an’ı, ileride bunu çok özleyeceğinizi bilerek yaşarsınız. Bu idrak, göklerden bir hediye gibi uzatılıp içinize yerleştirilmiştir her nasılsa o sırada. Henüz o özlem doğmadan önce, yani daha gerçekleşmemiş bir şeyin haberini almak da, bir tür medyumluğun değil; kutsal bir dokunuşun eseridir aslında. Her detayı zihninize hapsetme ve iliklerinize kadar yaşama arzusu doğar içinizde telaşla. O an, az sonra elinizden uçup gidecek olsa da henüz geç değildir. O yaşayan hatıranın içinde ve kucağındasınızdır çünkü o sırada. Her ayrıntıyı hücrelerinize kadar teneffüs edip çekmeli, gözünüzün görme kapasitesini sonuna kadar zorlamalı ve söz konusu olan o sahneden hiçbir nüansı kaybetmeden, onu olduğu gibi hafızanıza nakşetmelisinizdir.

İşte ben de 12 13 yaşlarındayken, ablamı hatırlıyorum ocağın başında süt kaynatırken. Onu izliyordum. Yukarıda sözünü ettiğim bilinçle. Ablamın aslında gayet sıradan bir görüntüsünün, bir fotoğraf karesi gibi zihnimde donup kalacağını bildim o an. Benden 15 yaş büyük bir ‘küçük anne’den söz ediyorum aslında onu anlatırken.

Kapının önüne gelen sütçüden aldığı sütü kaynatırken, mikropları öldürdüğünü düşünüyordu. Oysa bu işlemle, sütteki vitaminleri yok ettiğini söylediğimde, öğrendiği ilk bilgiyi asla değiştirmeyen her inatçı insanın yaptığı gibi, en doğru yöntemin kaynatmak olduğunda diretti. Uzatmadım ben de. Yormadım onu. Üzmedim.

Ablam kanser hastasıydı. Gördüğü tedavinin yüzünden saçları döküldüğü için her zaman bordo renkli bandanasını takardı kafasına. 28 yaşındaki ablam, evi çekip çeviren asıl kadındı aslında. Annem bizi çoktan terk etmişti ruhen. Kendini dine vermiş, dünya hayatından el etek çekmişti kendi deyimiyle. Daha önce bizlerle gayet ilgili olan annem, büyük kızının hastalığından sonra böyle bir dönüşüm yaşayarak bizi bir anda annesiz bırakmıştı. Asıl günahın bu olduğunu düşünür ama ona bir türlü anlatamazdım bunu. Bizi böyle ansızın yalnız bırakmasının adı dindarlık olamazdı. Hele ablamın ona karşı artık duyarsız hale gelen annesine ne kadar gönül koyduğunu anlatamam o süreçte. Birisini öldüğü için değil de değiştiği için kaybetmenin acısını ilk tadışım, o yaşlarıma rastlar benim de tam. Olsun. Ablam vardı ya…

Çok genç bir ‘anne’ye sahiptim hep, annem ablamı 20’sinde, beni de 35’inde doğurduğu için. Erken yaşta evlenmenin sunduğu manevra kabiliyeti ve hareket imkanından faydalanan annemin, 18’inde kucağına aldığı bir oğlu ve 38’inde doğurduğu bir kızı daha vardı. Yani ben ve bahsettiğim ablam, ‘arada’ olan 2 çocuğuz aslında. Fakat diğer hiçbir kardeş, başka hiçbir kardeşe, ablam ve benim kadar bağlı ve yakın değildi birbirine. Abim ve küçük kardeşim bir yana, ablam bir yanaydı yani.

Sonra ablamın karşısına birisi çıktı bir gün. Hastalığının seyri, tam bir sağlık haline doğru tam gaz ilerlemeye başlamışken, bir de hiç beklenmedik şekilde hayatına giren bir erkek… Söylemeyi unutmuşum bu arada: ablam çok güzeldi. Açık mavi renkli gözleri ve manken gibi bir endamı vardı. Ona ilk görüşte kör kütük aşık olan bu adam, ne hastalığı ne de başka bir şeyi hesaba katmayarak ablamla evlenmek istediği için, hepimizden tam puan almıştı o sıralarda. Tabi ablam da, bunca sevilip istenmeye karşı kayıtsız kalamayan her kadın gibi, karşılık vermişti bu aşka. Uzatmayayım: evlendiler kısa sürede.

Aradan 2 3 yıl geçmişti ki, o bordo renkli bandana artık uzun süredir kullanılmaz olmuştu. Saçları uzamıştı çünkü ablamın. İyileşmişti. Evlendiğinden itibaren çok daha mutlu ve sorunsuz bir hayata başlamış olan ablamın yanakları pembeleşmişti artık.

Fakat hiç beklenmedik bir şekilde eşini trafik kazasında kaybedince ne iyileşmeye ne de yaşamaya karşı hiçbir isteği ve meyli kalmamış; kendini büsbütün koyuvermişti. Onu terk ettiğini sandığımız o hastalık, sinsice saklandığı köşeden çıkmış ve ablamın üzerine tekrar saldırmaya başlamıştı. Hem de daha güçlü bir şekilde.

Birkaç ay içinde, o bordo renkli bandananın bulunması gereken yer, kaldırıldığı çekmece değildi artık. Ablamın saçsız başındaki yerini almalıydı ama yine de çekmecede kaldı. Kendini öyle bir bıraktı ki ablam… Bir an önce sevdiceğinin yanına uçup varmaya çalışan can kuşunu serbest bırakmak istiyordu göğsündeki kafesin içinden. Şimdilerde mumla aranacak türdeki bir ilişkiydi yani onlarınkisi.

Öyle de oldu. Yokluğunun bende açtığı yarayı, hayatımda bıraktığı boşluğu yazmaya bile yeltenmeyeceğim şimdi. Kapının önünden litrelerce süt alıp kaynatıyor ve tabi hepsini kendim içemediğim için de çoğunu sokak kedilerine veriyorum şimdi. Vitamini hiç hesaba katmıyorum. Sütün kaynarkenki kokusu bana yetiyor; o donuk kareyi canlandırıyor sanki. Ablamın hafızamdaki binlerce görüntüsünden birisinin de o anki görüntü olacağını adım gibi bilmiştim kısacası, ocağın başında süt kaynatırken o.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi