Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Görünmezlik pelerini

Görünmezlik pelerini

Küçükken bir pelerinim vardı benim. Görünmezlik pelerini. Varlığını benden başka bir insan bilmezdi, onun. Üzerime çekince bir anda gözden kaybolur, görünmez oluverirdim, bildiğiniz. Onunla paşa keyfimin istediği yere gidip gelir, sonra bir kuytuda onu üzerimden çıkartıp atınca da, eski, görünen halime geri dönerdim ayan beyan. O sıralarda sık sık uğradığım bir yeri, daha doğrusu, çocuk aklımla asla akıl sır erdiremediğim kişileri yazacağım şimdi sizlere.

Onlar beni elbette hiç görmemişlerdir bile. Lakin bendeniz, onları anlamaya çalışan ısrarlı bakışlarla çok defa göz kısıp, kulak kesilmişimdir bir köşede, gizlice. (‘gizlice’ olmasa ne olacak sanki, görünmezim zaten, öyle değil mi? Lafın gelişi işte!)

Şimdi girelim esas konuya. Sertaç Bey’i tanımıyorsunuz. Kısaca takdim edeyim, asıl ‘kahramanımızı’. Adı üzerinde, baş tacı… Annesinin 40’ından sonra dünyaya getirdiği bir tekne kazıntısı… Kendinden yaşça bir hayli büyük olan abileri ve ablaları vardır, dolayısıyla. Lakin hepsinin üzerinde söz sahibi, el bebek gül bebek bir Bey. En hayırlı evlat da odur, en zeki olanı da. Ne çok övgüye ve ilgiye mazhar, bir de imanlıdır ki, sormayın gitsin canım! Arada sırada o kardeşlerin hepsi toplanıp bir araya gelirdi, kiminin de şehir dışından, sadece bu buluşmalara iştirak etmek için geldiği günlerde. Kahramanımız 30lardaysa, büyükler de 50 civarlarındaydı o zamanlar.

Ortada kaynayan devasa bir kazan bulunurdu hep onlar bir aradayken: dedikodu kazanı. Onu da kimse görüp bilmezdi, tıpkı benden bihaber olunduğu gibi. Sudan farklı, böyle kan gibi, irin gibi bir şeydi, o dev kazanın içinde fokurdayıp duran. Alelade kişileri değil; tam olarak, kendi öz be öz akrabalarını atarlardı çünkü kaynayan o pis sıvının içine hep, yaka paça. Sertaç Bey, aralarındaki en dindar ve abid -ibadet ehli- olanı, söz konusu kazanı ortaya getirip koyan ilk kişi olurdu genelde, o buluşmalarda. Ardından da abiler ve ablalar başlarlardı tabi, ateşi harlamaya. Fokur da fokur! İşte o göz kısışlarım, kulak ve dikkat kesilişlerim, çocuk kafamın asla basmadığı şey de, buralarda bir yerlerde düğümlenirdi zaten. Onca gıybet, dayı, hala, teyze, amca, kuzen, yenge ve bilimum akrabaların hepsi ama hepsi, Sertaç Bey’i ve o çekirdek aileyi delicesine kıskanan, haset ve fitne dolu insanlardı ya, bu bitmeyen ve uzadıkça uzayan gıybet etme eylemi, her birisi kendince abid olan kişiler tarafından nasıl ama nasıl yapılabilirdi hep, hiç çekinmeden? Öyle böyle değil ama! Ses tonu bile alay konusu edilmemiş pek bir sıla-i rahim üyesi kalmazdı, diyebilirim. Hele Sertaç Bey, fetva dahi verebilecek ölçüde bir fıkıh ve ilmihal alimiydi adeta. Alkol kullananlara örneğin, selam dahi vermeyecek raddede katı kuralları vardı onun. O çelişkiyi, o ikilemi azıcık da olsa idrak edebilmek içindi zaten, pelerinimi üzerime çekip ısrarla oraya gidişlerim. Demiştim ya, çocuktum daha, o zamanlar. Riyanın ve ikiyüzlülüğün insan ruhunu ne denli kuşatabileceğinden yana cahildim henüz. Büyümemiş, görmemiş, palazlanmamış ve hiç kırılmamıştım daha. İlla anlayacaktım işte, cehalet! Nasıl olurdu? Tabi evime geri dönüp pelerinimi üzerimden çıkartıp attığımda, elle tutulur bedenime kavuşmuş olmanın verdiği imkanla, lavaboya koşup bir dolu kusardım hep. Öyle bulanırdı midem. Kutsal Kitap’ımızda, ‘ölü eti çiğnemek’ olarak tabir edilmiş bu gıybet fırtınalarının ardından bir menkıbe anlatır, bir ilahi söyler ve havayı tatlıya bağlayıp ılımanlaştırırlardı, kilolarca ölü eti çiğnemiş olan bu kardeşler. Ağızlarındaki dünya dışı iğrençlikteki kötü koku yayılırdı havaya hep, bu esnalarda. Nasıl kusmayayımdı ki?

Neyse. Şimdi bunları dedim diye, dindar kişileri eleştirmekten zevk duyduğum falan, asla, kat’a ve ebeden, sakın ama sakın söylenmesin. Bilakis! Gerçek şu ki, gördüğüm en abid ve bu konudaki iddialı kişiler, o ölü etlerini en çok çiğneyen kişilerdi, ne yazık ki. Hüsrana uğramış, kalbi param parça olmuş ve sarsılmış bir halde dönüyordum evime hep. Ya benim bu gönül borcumu kim ödeyecekti peki?! Şimdi, riyadır, ikiyüzlülüktür gibisinden bir tanı koyabilecek bir tecrübeye ve kuyruk acısına zaten sahibim de, o çocuk ve tertemiz dünyamın, yeni yeni sahip olmaya başladığım en kutsal ve derin anlamların ayaklar altına alınıp yerle yeksan edilişinin hesabını şimdi kim verebilecek bana? Sertaç Bey mi? Bozacının şahitleri olan abileri ya da ablaları mı?

Ha bu arada o pelerin hala duruyor… Gerisi bende kalsın.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ayşe Aslı Duruk Arşivi