Gide gide
“Bir Piskopos ’un yazısından:
“Tanrı’nın borazanı, duyuyorum çalıyor
Bilsin tüm dünya Hristiyanlar geliyor
Yehova’nın gücü karşıdır düşmana
Lanetli hilal inecek aşağıya
Sarılın silaha! Sarılın silaha!
Böyle buyurdu Tanrı insanlara”
Fred Burnaby, At Sırtında Anadolu
Fred Burnaby (1842-1885), Osmanlı Devletindeki azınlıkların durumunu araştırmak, bazı gözlemlerde tespitlerde bulunmak üzere, 1876 yılında Anadolu’yu baştanbaşa dolaşan bir İngiliz subayı. Araştırması At Sırtında Anadolu ismiyle neşredilmiş.
Bazıları ihtiyatla karşılansa bile (ki söz gelişi, yazara göre tek gerçek din Hristiyanlıktır), günlük hayata, politik duruma, süregelen yanlışlarımıza ve kimi hastalıklarımıza dair ilginç, can yakıcı bilgiler ediniyorsunuz.
“Bundan sonra geçtiğimiz araziler bomboştu, hiçbir şey ekilip dikilmemişti buralara. Oysa ekilse çiftçinin yaptığı masrafı rahat rahat kurtarırdı. Ancak bu durum Türkiye’de milyonlarca dönüm arazi için geçerlidir. Rençper yok. Ülkenin nüfusu son derece azalmış, Büyük Britanya’nın tamamına yetecek kadar buğday yetiştirmeye uygun toprakların hepsi nadasa bırakılmıştı” (sf. 90)
Yolculuk esnasında duraklardan biri de Tokat’tır. Tokat’ta ziyaretine Leh bir mühendis gelir. Tokat’ı Sivas’a bağlayan bir yol yapmaktadır. Beş yıldır Tokat’tadır ancak işin yarısı bile tamamlanmamıştır. Tokat’ın nüfusu 25.000’dir o tarihte. Nüfusun 8000’i yolun yapımında çalışması gereken erkeklerden oluşmaktadır.
Mühendis durumu şöyle izah eder:
“Zaptiyelere ahaliyi toplamaları emredildiğinde, zenginler rüşvetle işlerini halleder. Zaptiyeler de zenginleri bırakıp fakirlerin yakasına yapışırlar. Fakir adamı bana getirirler, adama kazmaya başlamasını söylerim. Ben ortalıkta olduğum sürece adam toprağı kazar ama arkamı döner dönmez küreği yere bırakıp sigarasını yakar. Nitekim beş yıldır buradayım ve yolun ancak sekiz kilometresi tamamlanabildi.”
Tespitlerinden birini şöyle aktarır Burnaby:
“ Ahır benzeri kulübelerin önünden geçtik… Yöre mermer bakımından zengindi. Dört bir yanımızda, izlediğimiz yol boyunca yerlerde büyük mermer parçaları vardı. Civardaki harabeler, yüzyıllarca yıl önce Anadolu’nun bu bölgesinde yaşayanların taş ocaklarından yararlanmayı becerdiklerini gösteriyordu.
Zavallı Türkiye, Avrupalı milletler gibi uygarlık merdivenlerini tırmanmamış, tersine bu merdivenlerden aşağı inmişti.
Ancak Türklerin atalarının yaşadıkları mermer saraylar, yerlerini her ne kadar ahır benzeri toprak kulübelere bırakmışsa da Türklerin kendileri hiç değişmemiş. Konukseverlik –Türklerin en büyük erdemleri- 1877’de de Fatih zamanındaki gibi yaygın bir özellik.”(sf. 125)”
Bir köy tasviri:
“…Köylülerin çok sayıda sığırı vardı. Sığırlar, kurtlara yem olmamaları için her akşam köye getiriliyorlardı. Köylülerden hiçbiri, inek ve öküz pisliklerini ortadan kaldırmayı hiç akıl etmemişti. Bir çiftçi yolun karşısındaki komşusunu ziyaret etmek istediğinde cüppesini koltuk altlarına sıkıştırıp terliklerini, bol pantolonunu ve çoraplarını çıkartıyor, sonra kendini Yüce Allah’a emanet edip, çamurun içinden güçlükle yürüyerek dostunun evine gidiyordu.
‘Neden sokağı temizlemiyorsunuz?’ diye sordum yaşlı, Türk ev sahibime…’
‘Çamur yaz aylarında kuruyacak,’ diye yanıtladı adam; ‘niye şimdiden dert edinelim çamuru?’
Odanın içi, sıradan bir domuz ağılı kadar bile temiz değildi.” (sf. 204)
Türkiye’nin uğradığı felaketler birkaç değildir.
“Ankara 1873-74 yıllarında bölgeyi mahveden açlık felaketinin etkilerinden hâlâ kurtulamamış; kıtlıkta yörede 18.000 kişi açlıktan, 25.000 kişiyse açlığın yol açtığı sonuçlardan ötürü ölmüştü.” (sf. 105)
Aklı başında bazı kişiler, yazara içini döker. Memleketin sıkıntılarından birine de şu şekilde değinilir:
“Ankara’da son dört yıldır tam on paşa görev yapmıştır. Yöneticilerin bu kadar sık görevden alınması ülkeyi çökertme noktasına getiren nedenlerden biridir.(…) Gelen paşa makamında uzun süre kalacağından emin olamaz hiçbir zaman. Diğer bir baş belası da, açılan davaların karara bağlanması işleminin hep geciktirilmesidir. Bekleyen dosyaların sayısı inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Kasım 1875’te padişah, konuya ilişkin ferman çıkartıp tüm hukukî davaların karara bağlanmasını buyurduğu halde, fermanın yerine getirilmesi için hiçbir adım atılmamıştır. Yetkililer, iyi bir paşa bulup, diyelim bir on yıl aynı görevde tutsalar, şimdikinden çok daha hızlı ilerleme kaydederdik. (sf. 105)
Aynı probleme, başka bir yerde, (bu sefer bir yabancının ağzından) tekrar rastlarız. Enerji dolu, müstesna bir kaymakamdan bahsedilir:
“Türkiye, onun gibi yöneticilere sahip olsaydı bugünkü duruma düşmezdi. Bu ülkenin en büyük hatası, yöneticilerin sürekli değiştirilmesidir. İyi bir yöneticimiz olduğunda onu hiçbir zaman altı aydan fazla görevde tutmuyoruz. Şu anki kaymakam, yaklaşık o kadar zamandır görevde bulunuyor, halkı soymaz, çok dürüst insandır: Muhtemelen yakında kaybedeceğiz onu.” (sf. 162)
İngiliz subayın bir eleştirisi de, “Adam kayırmaya dayalı terfi sisteminin, Türkler arasında çok köklü bir yere sahip olmasıdır”(sf. 175)
Sarsıcı bir gözlem daha:
“…kalabalığın arasındaki gençler, meraklı gözlerle henüz önceki gece Samsun’dan gelen Martini- Peabody marka yeni tüfeklere bakıyorlardı. Kimi askerler, tüfeklerinin ne kadar çabuk doldurulup ateşlenebileceğini gösteriyorlardı. Mekanizmanın hızı kalabalık arasında büyük hayranlık uyandırmıştı.
‘Gâvurlar bu silahların yapıldığı memleketten,’ dedi izleyicilerden biri, (uşağım) Radford ile beni göstererek.
‘Bu gâvurlarda bizden daha fazla akıl var,’ dedi bir diğeri.
‘Bize yardım ederlerse Rusların hakkından geliriz!’ diye bağırdı bir üçüncü.” (sf. 169)
Bazı izlenimler, cümleler muhtemelen size çok tanıdık gelmiştir.
Dünya arenasındaki acayip liderlik iddialarımız bir yana; 2000’li yıllarda üstelik arttırdığımız aynı illetlerden mustarip bulunmamız; mütemadiyen benzer yanlışlarla boğuşup, maziden dersler çıkarmamamız ne kadar hazin.
Hamaset kolay iş. ..Ortalık Hz. Ömerlerden geçilmiyor.
Memleketi çamura batırmakta, yoksa tüm akiller birleşti mi?
“Gâvur aklına” acaba bugün de yine “üst akıl” payesi veriyor; mevcut durumdan, onların kültürel baskısı ve teknolojik üstünlüğünden dolayı eziliyor muyuz?
Mahkûm ve mağdur muyuz?
Gide gide ne kadar yol aldık, nereye vardık; samimiyetle söyleyebilir misiniz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.