Ayna ve Dürbün
Karşımda bir ayna var. Duruyor.
Ben ise, karşımda olan bir şeyin içindeyim o sırada, her nasılsa. O benim karşımda; ben onun içinde...
Karşı, iç, dış, yakın, ya da, uzak ve buna benzeyen tüm uzamsal kavramlar anlamını kaybetmiş o sırada zaten. Nasıl olduğunu bilemesem ve çözemesem de anlıyor ve kabul ediyorum bu durumu o sırada...
Aynanın içinde olduğumu söylemiştim. Orası öyle. Fakat bugünkü halimle değil. Çocukluğumu izliyorum orada. Tıpkı mekan gibi, zamanın bilindik işleyişi ve kuralları da geçerli değil, bu gizemli ve tuhaf ayna için demek ki. Görebildiğim kadarıyla bir bahçenin içinde ve çimlerin üzerindeyim. Temizlemek için annemin akşamına çamaşır suyu kullanmak zorunda kalacağı beyaz bir elbise var o gün üzerimde. Toprağın, çimlerin üzerine oyuncak bebeklerimi serip yaymış, saçlarını falan tarıyorum işte. Tipik bir kız çocuğu...
Sonra bir oğlan çocuğu yaklaşıyor yanıma. Benden büyük olmadığı kesin. Hatta belki 1 2 yaş küçüktür bile. Fakat günü gelip de istisnasız herkesin yüreğine çökecek olan o kötücül yılan, onun kalbini karartmaya çoktan başlamış ve çocukluğa dair olan safiyetini elinden almaya başlamış gibi. Onun şeytanı, benimkisinden daha erken davranıp uyanmış yani... Bakışının içine sinmeye başlamış olan kurnazca ifadeden ve ses tonundaki tıslama sesinden anlıyorum, onun yılanının oralarda olduğunu. Görünürde bir zararı da yok aslında bana. Selamlaşıp tanışmak istiyor o sırada sadece. Niyeyse... Pis ellerini, kirli tırnaklarını ve sararmış dişlerini seçiyor gözlerim. Gördüğüm kadarıyla, varlığını kesin olarak sezdiğim onun o yılanından açıkça bir ürperti ve korku duysam da, ben de onunla konuşmaya başlıyorum. Cahil cesareti işte! Birkaç masum tanışma sözcüğünün başlattığı zehirli bir bağ kurulmaya o sırada başlıyor aramızda. Görüyorum. Fakat etrafta beni koruyacak kimsecikler de yok o sırada. Koruyucu olduklarını övünerek anlatıp duran annem ve babam, kim bilir nerelerdeler... "Biz senin tahtını yaptık, bahtını değil!" diyecekler belki sonraları.
Aynanın gösterdikleri ve benim gördüklerim... Bu ikisinin arasında bir fark var mıydı o sırada? Türkçesi, yalnızca kendi sanrılarımdan oluşmuş olan bir halüsinasyonu mu seyrediyordum, yoksa, işe kendinden bir şey katıp karıştırmayan yorumsuz ve edilgen bir izleyici miydim o sırada, diyorum. Tabi bunun cevabını hala bilmiyorum. Dahası, anlamıyorum da.
Sonra o görüntü; çocukluğum, o kötü çocuk, oyuncaklar ve bahçe... Bir anda yerle bir oluyor. Ayna aniden ortadan kayboluyor. Nereye gitti bu ayna? Onu oradan, el çabukluğu konusunda pek mahir olan birisi ışık hızıyla alıp götürüyor da benim mi gozlerim bir büyüyle bağlanıyor, çözemiyorum. Fakat aynanın uzamda boşalan yeri, oraya bırakılmış olan bir dürbünle doluyor hemen. Ne derler bilirsiniz: "Evren boşluğu kabul etmez. İlla ki doldurur." Hakikaten öyle oldu bak... Gitti ayna, geldi dürbün!
Dürbünü elime alıyorum. Ağır, oymalı, esaslı, belki de antika niteliğinde, oldukça gösterişli ve etkileyici bir şey bu. Dürbünlerin işlevi elbette uzağı göstermektir ama bu dürbün, henüz orada oluşmamış olan bir uzaklığı bile seçip gösterebiliyor. Eh, ne beklerdiniz ki başka? Ayna, gizemli ve tuhaf olacaktı da dürbünden standart ve alışıldık bir fonksiyon mu bekleyecektik yalnızca?
Dürbünün içinde o pis çocuğu tekrar görüyorum. Ve kendimi. Tabi ikimiz de çocuk değiliz artık ve aradaki bir kaç yıllık yaş farkı, hepten kapanmış. Fakat adamın yılanı çok fazla semirip palazlanmış. Benimkini yaninda 'solucan' birakiyor adeta. Tuhaftır ki, yan yana da değiliz artık. Olamayacak kadar, kimyası farklı olan atmosferleri soluyoruz hatta artık, 'nefes' diye. Yalnız, yıllar önce benimle tanışan o pis çocuk, oyuncaklarımın hiç birisine zarar verememiş olacak ki, hepsinin saçları hala pırıl pırıl. Taranmış ve bakımlı. Dürbün uzaklığında bile elimde duruyorlar oyuncaklarımın hepsi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.